بسم الله الرحمن الرحيم
وصلى الله على سيدنا ومولانا محمد وعلى آله وصحبه وسلم
“Diqqate şāyān bir diğer xusūs da bu adam [Efgānī, y.h.] ve muʿaqqiblerinin, Sünnīlerin anladığı ve ʿamel etdikleri İslâm’ı öyle veyā böyle ifsād edenlerden sayılması gerekirken, Sünnīliğin mümessilleri tarafından bıraqın reddedilmeyi, ya nādiren tenqīd edilmiş ya da hiç tenqīd edilmemiş olmasıdır. Tam tersi bunlar [Sünnīler, y.h.], yekzebān olmuş Efgānī ve ʿAbduh’a medh u senālar diziyor ve onları, Dīn’i dünyevī ʿatāletden qurtaran İslâm rönesansının öncüleri olaraq taʿrīf ediyorlar.”(Elie Kedourie)
Daha çoq “Efgānī” diye meşhūr olan Cemâlu’d-Dīn Esedābādī/Īrānī üzerindeki efsāne bulutları 1380’lerden (1960’lar) iʿtibāren dağılmaya başladı. Bundan evvel haqqında bilinenler, Mısırlı çömezi Muhammed ʿAbduh’un bizzat kendisinden öğrendiklerine ve Sūriyeli xristiyan hayrānı Cırcī Zeydān’ın ʿAbduh, Edīb İshāq ve sāir kesāndan duyduqlarına istināden yazdıqlarından iʿbāretdi.[1] Meşhūr Efgānī-şinās Nikki Keddie bunları haqlı olaraq, Efgānī ile ilgili yazılanların neredeyse temāmının -doğrudan veya dolaylı- temel mesnedi olması hasebiyle, “standart terceme-i hâl” diye tesmiye eder ve ana qaynağı Efgānī olduğu için de açıqca mecrūh sayar.[2]
Ama 1383’de (1963) Īran’da İrec Efşār ve Esğar Mehdevī’nin Efgānī’ye ʿāid, aslı Tahran meclis kütübxānesinde mahfūz husūsī evrāqın bir qısmını neşretmeleri[3], aqabinde Hüma Pakdaman’ın Paris Emniyet Müdürlüğü arşivinde bulduğu “Cheikh Djemal-Eddin” dosyası[4], ʿaql-ı selīm sāhibleri için efsāne bulutlarını büyük nisbetde dağıtmaya yetdi.
(مجموعأِ اسناد‘ın Sorbonne Üniversitesi Īran tedqīqleri enstitüsü [Paris] kütübxānesindeki nüsxasından aldığımız fotokopisinin iç qapağı) |
ʿAql-ı selīm sāhibleri için dedim, zīrā muhibbān tāifesi bildik terānelerini oqumaya devām etdiler ve hâlâ daha devām ediyorlar. Ha körler çarşısında ayna satmışsınız, ha onlara şeyxlerinin evrāqını göstermişsiniz… hiçbir farqı yoq! Hattā bunların pişkinleri, sādece Efgānī veyā ʿAbduh’un beyānātı gibi bī-taraf! qaynaqlarla yetinmeyib de vesīqalara baqdığınız için sizi taqbih bile ederler![5] Hızını alamayan edebsizlerse sizi siyonist, yahūdi, mason, ajan, hāin, tuvalet bezi ilh. olmaqla ithām eder.[6] Bu iʿtibarla haqīqate qarşı küfr-i inādī gösteren Türkiye’deki qamalistlerden hiçbir farqları yoqdur bunların.
Nikki Keddie’nin pek yerinde tesbītiyle:
“Sanki Efgānī efsānesinin mühim addedilen herhangi bir qısmı zarar görürse, efsānin geri qalan qısımları da yıkılacaq ve mevcūd birtaqım ideolojik mevziʿler tehlikeye düşecek[miş gibi davranıyorlar]. Efgānī’nin hayātı ile ilgili evrāqın qısm-ı aʿzamı, ki bunların bir haylisi ʿArabca’dır, otuz senedir ulaşılabilir durumda olmasına rağmen hiçbir ʿArab müellifi bunların mikrofilimlerini veyā en azından pek çoğunun yeniden neşredildiği kataloğu* taleb etmiş ve qullanmış görünmüyor. Anlaşılan o ki bunlar için mühim olan, bu yeni evrāqın, Efgānī’nin Müslüman şakirdlerinin qabūl edebileceği görüşleri destekleyecek şekilde tefsīr edilib edilemeyeceğine bile baqmadan, mevcūd ʿilmī çalışmalara qarşı mevziʿi muhāfaza etmekdir.”[7]
Muhibbān tāifesinin bu tipik “mevziʿi muhāfaza” gayretine Türkiye’den iki misâl vermek istiyorum bu maqālemde. Biri māziden, diğeri de günümüzden. Māziden vereceğim misâl, şāʿir Muhammed ʿĀkif’in (Ersoy) 1328’de (1910) Sırāt-ı Mustaqīm‘de neşredilmiş bir yazısı; muʿāsır misâlimiz ise Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nde Xayreddīn Qaraman tarafından qaleme alınmış “Cemâleddin Efgānî” maddesi olacaq.
ومن الله التوفيق
١
ʿĀkif, Efgānī’nin 1287’de (1870) nübüvvetden bir “sanʿat” olaraq söz etdiği İstanbul’daki Dāru’l-Funūn nutqunu ve aqabinde cereyān eden hādiseleri mevzūʿ etdiği bir yazı neşreder Sırāt-ı Mustaqīm gazetesinde.[8] Maqsadı, “Şarqın yetişdirdiği fıtratların […] en yükseklerinden biri” olduğuna şübhesiz nazarıyla baqdığı Efgānī’nin “xātıra-i pākine sürülmek istenilen bir lekeyi, bir levs-i bühtānı göstermek, onun māhiyyetini, nereden geldiğini tedqīq eylemekdir.”[9]
ʿĀkif’in bu yazıları, o gün bugündür, başqa hiçbir sebeble değil, sādece müellifinin maʿlūm şöhreti sebebiyle Türkiyeli Efgānī müdāfiʿlerinin en temel istinādgâhı olmuşdur.[10] Öyle ya, yazısını,
“İki xāssiyyet ider bātıl u haqqı temyīz:
Biri tedqīq-i xaberdir, biri taʿmīq-i nazar”
mısraʿlarıyla bitiren[11] qoca “istiqlâl şāʿiri”, hattā “Qurʾān şāʿiri” tedqīq-i xaber ve taʿmīq-i nazar etmeden söz söyleyecek değildi ya!
ʿĀkif’in bu yazısı o qadar teʾsīrli olmuşdur ki, bıraqın muhibbānı, ehl-i tahqīqi bile aldatmışdır. Osman Nūrī Ergin bunlardan biri… Osman Bey, işbu Dāru’l-Funūn nutqu mesʾelesinde ʿĀkif’in, “Cemaleddin’in o zaman söylediği hitabenin aslını bulup ondan […] nakletmek suretiyle bu işin karanlık köşesini nurlandır”dığını zannetmişdir.[12]
(ʿĀkif’in Sırāt-ı Mustaqīm‘de neşrolunmuş mezkūr yazısının ilk iki sütununun baş tarafları)
Faqat haqīqat o ki ʿĀkif, hitābenin aslını bulmadığı gibi bu xusūsda ne bir tedqīq-i xaber, ne de mesʾeleye taʿmīq-i nazar eylemişdi. Yapdığı tek şeyʾ, diğer pek çoq Efgānī muhibbi gibi, ʿAbduh’un bu mesʾeledeki yalan ve iftirālarını kimi yerde qasr, kimi yerde de daha bir tezyīn ederek -ama hiçbir yerde meʾxaz zikretmeden!- kendi uslûbunca terceme etmekdi. Nitekim ʿĀkif’in mezkûr yazısıdan altı ay qadar sonra Sırāt-ı Mustaqīm‘de Edward Granville Browne’un The Persian Revolution of 1905-1909 nām eserinin Efgānī’nin tārixce-i hayātı ile ilgili qısmının[13] tercemesini oquyanlara[14] öyle zannediyoruz ki baʿzı satırlar pek āşinā gelmiş olmalı. Zīrā Efgānī’nin bu İngiliz dostu da, tıpkı ʿĀkif gibi, ʿAbduh’u terceme ediyordu.[15] Bundan sebeb Sırāt-ı Mustaqīm mütercimi, Efgānī’nin Dāru’l-Funūn nutqundan bahsedilen yerleri terceme ederken bir yerde parantez açıp qāriīni hikâyenin qalan qısmı için ʿĀkif’e havāle etmekde bir beis görmemişdir: “Buralarını şāʿir-i muhteremimiz ʿĀkif Beyefendi Sırāt’ın evvelki nüsxalarında mevzūʿ-i bahs itmişdi. Biz de tekrāra lüzūm görmedik (cild 4, 91 numero)”.[16] Haqīqaten Browne’un atlanan satırlarını ʿĀkif’inkilerle muqāyese eden biri, Browne yerine ʿĀkif’i oqumaqla bir şeyʾ qaybetmediğini açıqca görecekdir.[17]
Aşağıda ʿAbduh’un bu mesʾelede yazdıqlarını ʿĀkif’inkilerle birlikte oquyunca, neden ʿĀkif’in sādece bir ʿAbduh mütercimi olduğu daha iyi anlaşılacaqdır. Muqāyesesi qolay olsun diye metni bölerek ve muʿāsır bir başqa tercemesiyle birlikde iqtibās edeceğim.
ʿAbduh:
” وصل الاستانة وبعد أيام من وصوله امكنته ملاقاة الصدر الاعظم علي باشا ونزل منه منزلة الكرامة وعرف له الصدر فضله واقبل عليه بمالم يسبق لمثله وهو مع ذلك بزيه الافغاني قباء وكساء وعمامة عجراء وحومت عليه لفضله قلوب الامراء والوزراء وعلا ذكره بينهم وتناقلوا الثناء على علمه ودينه ادبه وهو غريب عن أزيائهم ولغتهم وعاداتهم”[18]
Muʿāsır bir tercemesi:
“İstanbul’a ulaşmasından birkaç gün sonra Sadrazam Âli Paşa ile görüşebildi. Âli Paşa ona karşı lütufkâr davrandı, faziletini kabul ederek benzeri görülmemiş bir şekilde kendisine ilgi gösterdi. Bütün bu görüşmelerde Afganî’nin üzerinde, Afgan kıyafeti; yani üzerinde bir aba, bir elbise ve bir de sarma sarık vardı. Sahip olduğu faziletler sebebiyle ümera ve vüzeranın kalpleri ona yöneldi. Aralarında ünü yayıldı. Kıyafeti kıyafetlerine, dili dillerine, adetleri adetlerine uymamasına rağmen onun ilmine, dindarlığına ve edebine olan hayranlıklarını dilden dile yaydılar.”[19]
ʿĀkif’in tercemesi:
“Cemâlu’d-Dīn’in İstanbul’a birinci gelişi ʿĀli Paşa’nın sadrazamlığına tesādüf etmiş idi. Merhūm Efğanlılara maxsūs o sevimli qıyāfet içinde olaraq Paşa’nın meclisine girer, en yüksek mevkiʿ-i şerefi ihrāz ider, kimsenin nāil olamayacağı hürmeti görürdü. Maʿamāfīh Cemâlu’d-Dīn’i taqdīr iden yalnız ʿĀli Paşa değil idi. İstanbul’un bütün ümerāsı, vüzerāsı, kibārı ʿādetce, qıyāfetce, lisānca kendilerine bīgâne gelmesi īcab iden bu zātın ʿilmine, diyānetine, ʿuluvv-i cenābına hayrān olmuşlardı.”[20]
ʿAbduh:
” وبعد ستة أشهر سمي عضوا في مجلس المعارف فأدى حق الاستقامة في آرائه واشار الى طرق لتعميم المعارف لم يوافقه على الذهاب اليها رفقاؤه. ومن تلك الطرق ما احفظ عليه قلب شيخ الاسلام لتلك الاوقات حسن فهمي افندي لانها كانت تمس شيئاً من رزقه فارصد له العنت”[21]
Muʿāsır bir tercemesi:
“Altı ay sonra Meclis-i Maarif’e aza olarak seçildi. Görüşlerinde dosdoğru olmanın hakkını verdi ve maarifi yaygın hale getirmenin çalışma arkadaşları tarafından girilmesine muvafakat etmedikleri yollarını gösterdi. Dönemin şeyhülislâmı Hasan Fehmi Efendi, Afganî’nin gösterdiği yollar kendi geçimiyle de alakalı olduğu için kalbinde ona karşı kin besleyenlerden biriydi. Şeyhülislâm ona karşı fırsat kollamaya başladı.”[22]
ʿĀkif’in tercemesi:
“Aradan altı ay qadar bir zaman geçince Cemâlu’d-Dīn, Meclis-i Meʿārif aʿzālığına taʿyīn olundu. Bu meʾmūriyyetinde meʿārifin taʿmīmi içun düşündüğü vesāiti bīpervā söyledi ki arqadaşları bunun reʾyine iştirāk itmiyordu. Vaqtin Şeyxu’l-İslâmı bulunan zāt Cemâlu’d-Dīn’in fikirlerini menfaʿat-ı xusūsiyyesine muğāyir gördüğü içun fenā hâlde qızıyor, zavallıyı nazardan düşürmek içun vesīle arıyordu.”[23]
ʿAbduh:
“حتى كان رمضان سنة ١٢٨٧ فرغب اليه مدير دار الفنون تحسين افندي ان يلقي فيها خطاباً للحث على الصناعات فاعتذر اليه بضعفه في اللغة التركية فالح عليه تحسين افندي فأنشأ خطاباً طويلا كتبه قبل القائه وعرضه على وزير المعارف وكان صفوت باشا. وعلى شرواني زاده وكان مشير الضابطية وعلى دولتو منيف باشا ناظر المعارف وكان عضوا في مجلس المعارف واستحسنه كل منهم واطنب في مدحته.”[24]
Muʿāsır bir tercemesi:
“Derken 1287/1871 yılı Ramazanında Dârülfünun müdürü Tahsin Efendi, Afganî’den Dârülfünun’da sanayiyi teşvik eden bir konuşma yapmasını talep etti. Türkçesinin zayıflığını gerekçe göstererek özür beyan ettiyse de, Tahsin Efendi’nin ısrarı üzerine uzun bir konuşma yaptı. Konuşmayı yapmadan önce onu yazıp Maarif nazırı Saffet Paşa’ya, Zabıta Müşiri Şirvanîzade’ye ve devlet erkânından olan Meclis-i Maarif üyesi Münif Paşa’ya arz etti. Hepsi de konuşmayı çok beğendiler ve öve öve bitiremediler.”[25]
ʿĀkif’in tercemesi:
“1287 senesi Ramazān’ında idi ki Dāru’l-Funūn müdīri Tahsīn Efendi [Mösyö Tahsīn] şeyx merhūmdan funūn ve sınāyiʿa teşvīq yolunda bir nutq istemiş idi. Cemâlu’d-Dīn Türkcesi o qadar quvvetli olmadığını ileri sürerek maʿzūr görülmesini ricā itmiş ise de berikinin ısrārı üzerine muztarr qalaraq etraflı bir nutq tertīb itmiş, maʿamāfīh zemīn ve zemāna muvāfıq olub olmadığın anlamaq içun evvelce memleketin ileri gelenlerine göstermiş idi.”[26]
ʿAbduh:
“فلما كان اليوم المعين لاستماع الخطاب تسارع الناس الى دار الفنون واحتفل له جمع غفير من رجال الحكومة واعيان اهل العلم وارباب الجرائد وحضر في الجمع معظم الوزراء فصعد السيد جمال الدين على منبر الخطابة وألقي ما كان أعده وارسل حسن فهمي افندي أشعة نظره في تضاعيف الكلام ليصيب منه حجة للتمثيل به وما كان يجدها لو طلب حقاً”[27]
Muʿāsır bir tercemesi:
“Konuşmanın yapılacağı gün geldiğinde insanlar Dârülfünun’a akın etti. Hükümet ricalinden, ileri gelen âlimlerden ve gazete sahiplerinden büyük bir kalabalık onu dinlemek için toplandı. Konferansa nazırların ekseriyeti iştirak etti. Derken Afganî konuşma kürsüsüne çıktı ve beliğ bir üslupla hazırladığı konuşmasını sundu. Konuşmasıyla dinleyicileri büyüledi. Şeyhülislâm Hasan Fehmi, bir kanıt yakalayıp kendisinden intikam alma umuduyla, bakışlarını sözlerinin satır aralarına çevirdi. Eğer hakikati arasaydı, böyle bir kanıt bulması mümkün olmazdı.”[28]
ʿĀkif’in tercemesi:
“Dāru’l-Funūn’un açılacağı gün Cemâlu’d-Dīn’in nutqunu dinlemek içun İstanbul’un ümerāsı, ʿulemāsı, eşrāfı kâmilen toplanmış idi. Şeyxu’l-İslâm da cemāʿatin içinde bulunuyordu. Cemâlu’d-Dīn kürsi-i xitābete çıqınca Şeyxu’l-İslâm olanca diqqatini nutqun içinde sūʾ-i teʾvīle qābiliyetli bir iki cümle sayd itmeye hasr eylemiş idi.”[29]
ʿAbduh:
“ولكن كان الخطاب في تشبيه المعيشة الانسانية ببدن حي وان كل صناعة بمنزلة عضو من ذلك البدن تؤدي من المنفعة في المعيشة ما يؤديه العضو في البدن فشبه الملك بالمخ الذي هو مركز التدبير والارادة، والحدادة بالعضد والزراعة بالكبد والملاحة بالرجلين ومضى في سائر الصناعات والاعضاء حتى أتي على جميعها ببيان ضاف واف ثم قال”[30]
Muʿāsır bir tercemesi:
“Yapılan konuşmada insan hayatı, canlı bedene benzetilmişti ve her sanayi dalının (sanat), o bedenin bir organı mesabesinde olup hayatta, sözkonusu organın bedende icra ettiği türden bir fayda sağladığı söylenmekteydi. Mülkü, yönetim ve idarenin merkezi olan beyne; demirciliği, pazıya; ziraati, karaciğere; denizciliği, ayaklara benzetti. Ayı şekilde sair sanat ve azaları da sıralayarak hepsini ayrıntılı ve yeterli biçimde açıkladı. Sonra sözlerine şöyle devam etti:”[31]
ʿĀkif’in tercemesi:
“Cemâlu’d-Dīn nutqunda diyordu ki: «Maʿīşet-i insāniyye bir beden-i zīhayāta benzer; sanā[y]iʿin her biri, maʿīşete olan medārı iʿtibāriyle, o bedenin bir ʿuzvu mesābesindedir; meselâ mülk tedbīrin, irādenin merkezi olan dimāğın ʿaynıdır. Demircilik qol, çiftcilik ciğer, gemicilik ayaq gibidir…» Cemâlu’d-Dīn bu gibi basit teşbīhlerle bütün aʿzāyı saydıqdan sonra şu netīceyi veriyordu:”[32]
ʿAbduh:
“هذا ما يتألف منه جسم السعادة الانسانية ولا حياة لجسم الا بروح وروح هذا الجسم أما النبوة وإما الحكمة ولكن يفرق بينهما بان النبوة منحة إلهية لا تنالها يد الكاسب يختص الله بها من يشاء من عباده والله اعلم حيث يجعل رسالته.** أما الحكمة فمما يكتسب بالفكر والنظر فى المعلومات. وبأن النبي معصوم من الخطأ والحكيم يجوز عليه الخطا بل يقع فيه. وان أحكام النبوات آتية على ما في علم الله لا يأتيها الباطل من بين يديها ولا من خلفها فالاخذ بها من فروض الايمان اما آراء الحكماء فليس على الذمم فرض اتباعها الا من باب ما هو الاولى والافضل على شريطة ان لاتخالف الشرع الالهي.”[33]
Muʿāsır bir tercemesi:
“İşte beşerî mutluluğun bedeni bunlardan oluşur. Ruhsuz hiçbir bedende hayat olmaz. Bu bedenin ruhu ise ya peygamberlik ya da hikmettir. Şu farkla ki, nübüvvet ilahi bir vergi olup kazanmakla elde edilemez. Aksine Allah onu kullarından dilediğine verir. Allah, muhakkak peygamberliğini kime vereceğini en iyi bilendir [En‘âm 6/124]. Hikmet ise fikrî çabayla ve bilinenler üzerinde düşünmekle elde edilen kabiliyetlerdendir. Yine Peygamber, hatadan masum iken, hakîm hata yapabilir, hatta yapar. Peygamberliğe ait hükümler, Allah’ın ilmi doğrultusunda vuku bulur. Batıl ona asla karışmaz. Onu kabul etmek, imanî zorunlluluklardandır. Hükemânın görüşlerine gelince, insanların bunlara tâbi olma zorunluluğu yoktur. Onlar bunları, ilahî şeriata ters düşmemesi kaydıyla ancak daha üstün ve daha evlâ olduğu için benimserler.”[34]
ʿĀkif’in tercemesi:
“«Seʿādet-i insāniyyenin bünyesi, cismi bu sūretle teşekkül ider. Cismin hayātı ise rūh ile qāim olmasına nazaran bu cismin yaʿni seʿādet-i beşeriyyenin rūhu ya nübüvvetdir, yāxud hikmetdir. Lâkin bunlar başqa başqa şeylerdir.
“Nübüvvet bir ʿatāʾ-i İlâhīdir ki çalışmaqla elde idilemez. Cenāb-ı Haqq maxlūqları arasından her kimi isterse bu feyze mazhar qılar: ***اللّه اعلم حيث يجعل رسالته. Hikmete gelince bu iʿmāl-i fikr ile, iktisāb-ı maʿlūmāt ile qazanılır. Sonra, nebī xatādan maʿsumdur; hâl bu ki hekīm xatāya düşebilir. Bir de ahkâm-ı nübüvvet dāmen-i ʿismeti levs-i bātılın hücūmundan münezzeh olan ʿilm-i İlâhī üzerine vārid olmuşdur ki bunları qabūl īmānın ferāiz-i esāsiyyesindendir; hükemānın ārāsına gelince bunlara ittibāʿ mütehattim olmayub ancaq şerʿ-i İlâhīye muxālif olmamaq şartıyla ʿaqla muvāfıq geleni qabūl idilebilir.»”[35]
ʿAbduh:
“هذا ما ذكره متعلقاً بالنبوة وهو منطبق على ما اجمع عليه علماء الشريعة الاسلامية الا ان حسن فهمي أفندي اقام من الحق باطلا ليصيب غرضه من الانتقام فاشاع ان الشيخ جمال الدين زعم ان النبوة صنعة واحتج لتثبيت الإشاعة بأنه ذكر النبوة في خطاب يتعلق بالصناعة (وهكذا تكون حجج طلاب العنت) ثم أوعز الى الوعاظ في المساجد ان يذكرو ذلك محفوفاً بالتفنيد والتنديد فاهتم السيد جمال الدين للمدافعة عن نفسه واثبات براءته مما رمي به ورأى ان ذلك لا يكون الا بمحاكمة شيخ الاسلام (وكيف يكون ذلك) واشتد في طلب المحاكمة وأخذت منه الحدة مبلغها وأكثرت الجرائد من القول فى المسألة فمنها نصراء للشيخ جمال الدين ومنها أعوان لشيخ الاسلام”[36]
Muʿāsır bir tercemesi:
“Afganî’nin peygamberliğe ilişkin zikrettikleri bundan ibaretti ve İslâm şeriatını bilen ulemanın üzerinde ittifak ettikleri esaslara tamamen uygun düşmekteydi. Ne var ki Hasan Fehmi Efendi, intikam duygusunu tatmin etmek için haktan batıl çıkardı ve Seyyid Cemaleddin’in peygamberliğin bir sanat olduğu fikrini savunduğu şayiasını yaydı. Bu jurnalini ispat için de onun, peygamberliği sanayi kollarına ilişkin konuşması içinde zikretmesini delil gösterdi. (Doğrusu husumet peşinde olanların delilleri hep böyle olur). Sonra da mescitlerde görev yapan vaizleri, vaazlarında bu fikri tenkit ederek anlatmaya zorladı.
“Seyyid Cemaleddin kendini savunmak ve aleyhine atılan iftiranın haksız olduğunu ispat etmek için çok çalıştı. Bunun, ancak Şeyhülislâm’ın muhakeme edilmesiyle gerçekleşebileceğini düşündüğü için (bu nasıl olacaktı ki!) muhakeme fikrinde ısrar etti. Zira bu ithama çok öfkelenmişti. Gazetelerde bu meseleye ilişkin çokça yazı çıktı. Kimi gazeteler Seyyid Cemaleddin’in, kimisi Şeyhülislâm’ın yanında yer aldı.”[37]
ʿĀkif’in tercemesi:
“İşte Cemâlu’d-Dīn’in nübüvvete ʿāid olmaq üzere söylediği sözler bundan ʿibāretdi ki ʿulemā-yı İslâm’ın icmāʿıyle sābit olan haqīqate temāmiyle mutābıq olduğu hâlde Şeyxu’l-İslâm, merhūmdan intiqām almaq içun, Cemâlu’d-Dīn nübüvvet bir nevʿ sanʿatdır, diyor şāyiʿasını çıqardı; bunu teʾyīd içun de, nübüvveti sanāyiʿa dāir īrād itdiği bir nutqda zikr itdi, dedi. Daha sonra cāmiʿlerdeki vāʿizlere şeyxin ʿaleyhinde yürümelerini emr eyledi. Zavallı Cemâlu’d-Dīn ʿaleyhindeki sözlerin bühtān-ı mahzdan ʿibāret olduğunu, haqīqatin meydāne çıqması içun Şeyxu’l-İslâm ile muhākeme idilmesi lâzım geleceğini söylediyse de kimseye dinletemedi. Mesʾele ğazetelerin ağzına düşdü; bunların bir qısmı Şeyxu’l-İslâm’ın, bir qısmı da şeyxin lehinde idāre-i kelâm itdi.”[38]
ʿAbduh:
“فاشار بعض أصحاب السيد عليه ان يلزم السكون ويغضي على الكريهة وطول الزمان يتكفل باضمحلال الاشاعات وضعف أثرها فلم يقبل ولج في طلب المخاصمة فعظم الامر وآل الى صدور أمر الصدارة اليه بالجلاء عن الاستانة بضعة أشهر حتى تسكن الخواطر ويهدأ الاضطراب ثم يعود إن شاء ففارق الاستانة مظلوماً فى حقه مغلوباً لحدته وحمله بعض من كان معه على التحولً الى مصر فجاء اليها فى أول محرم سنة ١٢٨٨[…]”[39]
Muʿāsır bir tercemesi:
“Afganî’nin bazı dostları ona, sessiz kalması ve bu çirkefliğe sabretmesi tavsiyesinde bulundu. Zira iftiralar zaman içinde mutlaka yok olacak ve etkileri zayıflayacaktı. Ama o bunu kabul etmedi ve muhakeme fikrinde ısrara etdi. Mesele o kadar büyüdü ki, Sadrazam hem kendisinin hem de Afganî’nin hayatı hakkında endişeye kapıldı ve sonunda ortalık yatışıp ve karışıklıklar duruncaya kadar birkaç ay için İstanbul’dan sürülmesi emrini çıkarmak zorunda kaldı -sonra dilerse dönebilecekti-. […] Hemen ardından İstanbul’dan ayrıldı. Beraberindekilerden biri onu Mısır’a gitmeye ikna etti ve 1 Muharrem 1288/22 Mart 1871 tarihinde Mısır’a ulaştı.”[40]
ʿĀkif’in tercemesi:
“Nihāyet merhūmun sevdiklerinden bir qısmı muşārünileyhe sabr ve sekīnet tavsiyye itdiler, zemān bu gibi haqsız şāyiʿaları hükümden düşürür, haqīqati meydāne çıqarır didilerse de ğayret-i dīniyyesi ʿilmi qadar yüksek olan Cemâlu’d-Dīn bir dürlü duramadı, her hâlde Şeyxu’l-İslâm ile murāfaʿa idilmesini musırrāne istedi. ʿĀqıbet efkâr sükûn buluncaya qadar İstanbul’u terk iderek bilāxere isterse yine ʿavdet itmek şartıyla nefyi haqqında irāde-i ʿaliyye sādır oldu. Zavallı Cemâlu’d-Dīn her maʿnāsıyle mazlūm bir hâlde İstanbul’u terk ile Mısr’a gitmeye mecbūr oldu.”[41]
Efgānī haqqındaki “iftirā”ların nereden çıqdığını böylece gösterdiğini! zanneden ʿĀkif[42], ʿacabā kendi zikretdiği laqırdıların nereden çıqdığını neden göstermemiş veyā gösterememiş? O laqırdıların çıqdığı sırça köşkün selâmetinden endīşe etdiği için mi?
(ʿAbduh’un الرد على الدهريين tercemesinin Yaʿqūb Efendizāde Şamlı Muhammed Münir Efendi tarafından yapılmış Türkçe tercemesinin son sāhifesinde yer alan, Efgānī’nin ʿAbdu’l-Hamīd Hān için yazdığı taqdīm ve traqrīz. Altdaki imza ona aid.) |
Başqalarını “anlamadan, dinlemeden” söz söylemekle ithām eden, üstelik bir de tedqīq-i xaber ve taʿmīq-i nazardan dem vuran ʿĀkif’in, görüldüğü üzre mesʾeleye dāir anlayıp dinlediklerinin cümlesi ʿAbduh’dan oquduqlarından ʿibāret mürīd hikâyeleridir.
Bu mudur tedqīq-i xaber, bu mudur taʿmīq-i nazar?
Efgānī gerçekden Meclis-i Kebīr-i Meʿārif aʿzāsı olmuş mudur, hangi görüşleri neden Şeyxu’l-İslâm’ın menfaʿat-ı xusūsiyyesine muğāyir düşmüşdür, Şeyxu’l-İslâm Dāru’l-Funūn nutqunda hazır bulunmuş mudur, Efgānī nutqunda ne demişdir, Filibeli Halīl Fevzi Efendi’nin Efgānī’ye reddiyesinde o nutuqdan iqtibās etdiği Fārisī ʿibārelerin sıhhati nedir, bunları qarīhasından mı uydurmuşdur, Şeyxu’l-İslâm Efgānī’den neyin intiqāmını almaya çalışmışdır?.. ilh… ʿĀkif bunların hangi birini tedqīq ve tahqīq etmişdir?
Hiçbirini!
Ortada bir “levs-i bühtān” varsa, o da ʿAbduh ve muqallidlerinin ʿulemā-yı kirāma atfetdikleridir. Gerçek ʿulemānın ve insāf sāhibi müdeqqiq ve muhaqqiqlerin söyledikleri bunu tescil etmektedir.[43]
Kendi memleketinde cereyān etmiş bir hādiseyi pekaʿlā tahqīq edebilecekken ʿAbduh’un dümen suyuna girib merhūm ʿulemānın etini yemeyi tercīh eden ʿĀkif, kesinlikle maʿzūr değildir!
٢
Ansiklopedi maddelerinin, ilgili mutexassıslarına teʾlīf etdirildiği maʿlūmdur. Meselâ “qurufasulye” maddesi, velev yemeğini çoq seven biri de olsa, bir fizik ʿālimine havāle edilmez; meğer ki ansiklopedimiz bir fizik ansiklopedisi olsun ve qurufasulyenin de fizik ʿilmi zāviyesinden īzāhı gereksin.
Peki, bir ansiklopedide “Cemālu’d-Dīn Efgānī” maddesi kime yazdırılır veyā yazdırılmalıdır? Bu suâle verilecek cevāb, herhalde ansiklopedinin nevʿine göre değişecekdir. Eğer ansiklopedimiz bir siyāset ansiklopedisi ise bu madde Efgānī’nin siyāsī kimlik ve aʿmāline vāqıf bir siyāset ʿālimine havāle edilir. Ansiklopedimiz bir felsefe ansiklopedisi ise, bu sefer onun -varsa- felsefī görüşlerine vāqıf bir felsefe ʿālimi tercih edilir. Yoq eğer ʿumūmī maʿlūmāt veren bir ansiklopediden bahsediyorsak, o zaman da Efgānī haqqında onun bütün bir hayāt hikâyesine ve efkârına vāqıf birine mürācaʿat edilecekdir hiç şüphesiz.
Ama gelin görün ki Türkiye Diyānet Vakfı’nın neşretdiği İslâm Ansiklopedisi’nde böyle yapılmamış, bu “nāzik” maddenin müellifi mezkûr prensibe riʿāyet edilmeksizin seçilmiş. O da İslâm huqūqu (“Fıqh” demek oluyormuş!) profesörü Xayreddīn Qaraman olmuş![44] Neden? Oysa Xayreddīn Bey’in ansiklopedide yazdığı, mezkûr madde xāric, toplam on maddenin onu da “İslâm huqūqu”yla ʿalâqalı.[45] Efgānī’nin “İslâm huqūqu” sāhasında bilmediğimiz bir maʿrifeti, bir xusūsiyyeti veyā eseri mi var ʿacabā?
Hayır!
Bizzat Xayreddīn Bey’in tesbītiyle topu topu iki eseri var Efgānī’nin; biri Efgānistan tārixiyle ilgili, diğeri de tabīʿatcılara reddiye.[46]
Peki nedir o zaman bu maddeyi bir “İslâm huqūqcusu”na, xusūsan da Xayreddīn Bey’e yazdırmaqdaki “hikmet”?
Xayreddīn Bey, yazılarında Efgānī müdāfaʿasına xusūsī bir ehemmiyet atfeder. Çünki Türkiye’de öncülüğünü yapdğı “mezhebsiz İslâm” (ona göre “gerçek İslâm”!) cereyānının kilit ismidir Efgānī. Onun gerçek sūretinin ortaya çıqması, bu cereyānın ve tabiī ki kendisinin iʿtibārını ciddī bir şekilde sarsabilir. Hele umūmun temel mürācaʿat qaynağı olacaq bir ansiklopedide buna fırsat vermemek, işi sağlama almaq gerekir hiç şübhesiz.
İşte Xayreddīn Bey’in tavrı da, her ne qadar “sādece olduğu gibi tanınmasını sağlamaq” gibi sözlerle bī-taraf ve tamāmen ʿilmī gāye ve usûllerle yazdığını iddiā etse de[47], yuqarıda taʿrīf etdiğimiz muhibbān tāifesinin tavrından hiç farqlı değildir.
Biraz evvel de ifāde etdiğimiz gibi, sırf TDV İslâm Ansiklopedisi‘nde yazmayı tercīh etdiği maddeler bile Xayreddīn Bey’in Efgānī’ye olan “xusūsī” ʿalāqasını isbāta kâfīdir. Yazdığı toplam on bir maddenin Efgānī ile ilgili olanı hāriç, hepsi “İslâm huqūqu”na dāirdir! İnsanın, “olduğu gibi tanınması için çaba sarfedilmeye değer başqa kimse yoq muydu?” diye sorası geliyor.
Yoqsa Efgānī haqīqaten kendisine haqsızlıq edilmiş, qadr u qıymeti bilinmemiş büyük bir İslâm ʿālimi, mücāhidi, huqūqcusu ilh. de biz mi bilmiyoruz? Olabilir. O taqdirde Xayreddīn Bey’e düşen, onun qadr u qıymetini haqqıyla ortaya qoymaq olmalıdır her hâlde. Peki öyle mi yapmış? Taqdīr olunur ki buna ancaq profesörümüzün ilgili teʾlīfātı tedqīq edilerek cevāb verilebilir. Biz de bu suâle, Xayreddīn Bey’in işbu Efgānī maddesi çerçevesinde cevāb arayacağız.
“İslâm huquqcusu” Xayreddīn Bey’in İslâm Ansiklopedisi‘ndeki Efgānī maddesi her ne qadar “İslâm huqūqu”yla ʿalâqalı değilse de, maddede “İslâm huqūqu”yla irtibātlandırılabilecek hiçbir mesʾele de yoq değil hani. Faqat onlar da, yekûnu tam on sāhife tutan maddenin bir sāhifesinin bir sütūnunun sādece on yedi satırını işgâl eden, Efgānī’nin ictihād-severliğiyle ilgili bildik sözler.[48] Faqat işte tam da burada, gözden qaçırılmaması gereken, mezkûr maddenin neden xāssaten Xayreddīn Bey tarafından teʾlīf edildiği suāline açıqlıq getiren pek mānidār bir durum var. Efgānī’nin ictihād-severliğinden bahseden Xayreddīn Bey, “Efgānî’nin kadınların örtünme şekli, ribâ-faiz ilişkisi, cihadın çeşitli anlamları ve uygulamaları, barış gibi konularda da kendine has yorumları ve tercihleri vardır […]”[49] diyor. Bir İslâm ansiklopedisinde, “İslâm huqūqu” profesörü olaraq asıl bunlardan, bu kendine has yorumlar ve tercihlerden, sözümona “ictihād”lardan bahsetmesi beklenen sayın müellif, neden bunları meskūt geçmiş acabā?!
Efgānī’nin bu kendine has yorumları ve tercihlerine, Xayreddīn Bey’in bunlara meʾxaz gösterdiği ve gāyet de muʿteber qabūl etdiği bir eserden vereceğimiz tek bir misâl, bu mānidār sükūtu yeterince īzāh edecekdir sanırız. Şöyle diyor Efgānī:
“Bana göre fuhşa vesile edinilmedikten sonra açılmakta bir sakınca yoktur. […] Kadınlar sadece açılmakla yetinseler, daha evvel dediğimiz gibi bunu fuhşa vesile edinmeseler, meselede tartışmayı gerektirecek bir şey kalmazdı. […] Kötülüğe vesile yapılmadıktan sonra açıklıkta bir beis yoktur.”[50]
Kendi ixtisās sāhası olmadığı gibi haqqındaki maʿlūmātı da fevqalāde sathī olduğu anlaşılan mevzūʿlarda iddiʿālı laflar etmekden saqınmayan sayın profesörümüz[51], mevzūʿ asıl qonuşması gereken sāhaya intiqâl edince nedense “kendine has yorumlar ve tercihler” demekle iktifāʾ ediyor! Üstelik burada da mesʾeleyi çarpıtıyor. Gûyā Efgānī “kadınların örtünme şekli”nden bahsediyormuş. Oysa görüldüğü gibi Efgānī qadınların örtünme şeklinden değil, doğrudan doğruya tesettürün lüzûmsuzluğundan bahs ediyor.
Xayreddīn Bey’in daha fecīʿ bir çarpıtması, Efgānī’nin 1287’de (1870), nübüvvetden bir “sanʿat” olaraq söz etdiği İstanbul’daki Dāru’l-Funūn nutqu bahsinde görülüyor. Xayreddīn Bey’e göre “O tarihte [Rāmezān-ı şerīf 1287/Aralık 1870, y.h.] Adliye nâzırı olup Saffet Paşa ve Efgānî ile bizzat görüşen, konferans metnini de okuyan Cevdet Paşa, daha sonra Abdülhamid’e sunduğu bir arîzada Efgānî’nin lehinde sözler söylemiş ve olayın bir yanlış anlamadan kaynaklandığını ifade etmiştir.”[52]
Birincisi, o tārixde Meclīs-i Ahkâm-ı Adliye nāzırı Cevdet Paşa değil, İbrāhim Edhem Paşa’dır.[53] İkincisi, mezkûr ʿarīzada kesinlikle herhangi bir yanlış anlaşılmadan değil, bilerek sarf edilmiş yanlış lâflardan bahsediliyor. ʿArīzadaki ʿalāqalı yerleri Xayreddīn Bey’in meʾxaz gösterdiği yerden ʿaynen iqtibās ediyorum:
“[Efgānī’nin] Dersaâdet’den teb‘id[i] bahsine gelince o zaman cennet-mekân Sultân Mahmûd Hân Hazretleri’nin türbe-i şerîfeleri civârındaki Valde Mektebi’nde umûm dersleri açılup her gün eshâb-ı ilm ü ma‘ârifden biri tarafından orada umûma bir ders takrîr olunurdu. Nezâret’in tensîbi üzre Cemâleddîn Efendi dahi orada sanâyi’den bahsederek derse başlayup san’atı ‘ale’l-‘umûm şugl ü ‘amel deyü ta‘rif etdikden sonra aksâmını ta’dâd eylediği sırada nübüvvetti dahî envâ‘-ı san’atdan olmak üzre îrâd eylemiş olduğundan keyfiyyet Bâb-ı Fetvâ’ya mün‘akis oldukda taraf-ı Meşîhat’den Ma‘ârif Nezâreti’ne i‘tiraz olunmağla ol bir gün ahşamdan sonra sâ‘at bir raddelerinde Safvet Paşa tarafından bir âdem gelüp Nâzır Paşa şimdi sizi istiyor deyü haber getürdi Derhal kalkup Safvet Paşa’nın konağına gitdim. Cemâleddîn Efendi yanında idi Ol günki takrîri bir varak üzerine yazılmış olmagla Safvet Paşa verdi okudum. Cemâleddîn Efendi’ye sordum San’at lafzını ‘ale’l-‘umûm şugl ü ‘amel ma’nâsında istîmâl ederek nübüvveti dahi o sırada ta‘dâd eylediğini ifâde eyledikde san’at fi’l-vâki‘ lûgat-i Arabîde ‘ale’l-‘umûm iş ma‘nâsına gelürse de hırfet ve tekerrür-i a‘mâl ile hâsıl olan meleke ma‘nâsına da ‘örf olmuşdur ‘Örf ve ıstılâh-ı memlekete muhâlif olarak ‘ale’l-‘umûm şugl ü ‘amel ma‘nâsında istîmâlde îhâm-ı kabîh**** vardır Barî sun‘ lâfzını kullansa idiniz be’is gözükmezdi deyü kendüsine söyledim ve derse girüp de buralarını îzâh ile merâm nübüvveti sanâyi‘ ma’râfeden ta’dad etmek olmayup mücerred o da bir nev‘i ‘ameldir gibi sözlerle i‘tizâr etmesi lâzım geleceğini Safvet Paşa’ya söyledim.”[54]
Efgānī, Paşa’nın suāli üzerine nutqunda sanʿatlar meyānında nübüvveti de zikretdiğini iʿtirāf ediyor. Paşa da nübüvvet için “ʿörf ve ıstılāh-ı memlekete muxālif olaraq” “sanʿat” denmesinin “edeb ve terbiyyeye muğāyir” (īhām-ı qabīh) olduğunu ifāde ediyor ve “bārī sunʿ lâfzını qullansa idiniz” diye de ʿaqıl veriyor. Yaʿni Efgānī’nin doğru lâflar etdiği hâlde yanlış anlaşıldığından değil, düpedüz ve de bilerek yanlış lâflar etdiğinden bahsediyor. Yanlış lâfdan doğruyu anlamıyor diye birini ithām etmek aqıl kârı mı?
Bununla bitmiyor Xayreddīn Bey’in Efgānī “mütexassıs”lığı. Mezkûr ansiklopedi maddesinin iki yerinde, sözü Efgānī’nin dinsizlik ve sapıklıkla ithām edilmesine getirip şöyle diyor:
“Efgānî henüz hayatta iken, hatta gençlik döneminde dinsizlik ve sapıklıkla itham edildiği gibi vefatından sonra da benzer ithamlar Nebhânî, Mustafa Sabri, Elie Kedourie, Nikki R. Keddie gibi Doğulu ve Batılı müellifler tarafından devam ettirilmiştir. Ancak bu yazarlardan hiçbiri, uzak yorumlar ve zayıf ihtimaller dışında iddialarını belgeleyecek bir delile sahip olamamıştır (Tansel, XXXII / 125, s. 85, 88; Bilgegil, VI / 3, s. 62).”[55] “Efgānî’nin etrafında gayri müslim ve dinsiz kimselerin bulunması ve onun zındıklık ithamıyla İstanbul’dan sürülmüş olmasından hareketle, Kedourie ve Keddie’nin yaptıkları gibi dinsizlik veya fâsıklık hükmüne varmak mümkün değildir (Kedourie’nin eseriyle ilgili bir tanıtma ve tenkit için bk. Tansel, XXXII / 125, s
(İntişârı: 16.03.2015)