Ahmed SEYYİDOĞLU
FETVÂ, ANCAK DÂR-I İSLÂM’DA RESMÎ HÜVİYET VE KIYMETİ HÂİZDİR, YOKSA GAYR-İ MEŞRÛ’DUR!
Gıdâ=besin ile aşı arasındaki farkı dahî bilmiyen DİB’çilerin bu adam ve madamlarının “Fetvâ mercii” gibi ortaya çıkması cinnetlik çapda bir hadnâşinaslık ve cehâletin sunturlusudur!. İslâm Hukukundaki Fetvâ usulü nazara alınırsa, seküler-layık bir sistemde böyle resmî bir müessesenin varlığından aslâ bahsedilemez.
İslâm gibi Allâh Azze ve Celle Hazretlerinin Dîni, bugün nasıl ve hangi ellerde esir ve ölüme mahkûmdur, zerre kadar aklı olan düşünsün… AKAP iktidârı zamanında ortalık iyice gevşetildi, ciddiyet diye bir şey de kalmadı…
Osmanlı Ulemâmızın kendi devirlerinde teknik, bugünkinin binde biri kadar bile değilken, öyle bir sahih, sağlam, ma’kûl, mu’tedil, mazbut, berrak bir dil kullanılmışdır ki, bu da onların İslâm karşısındaki, fevkal’âde îmân, ta’zîm, mes’ûliyyeti müdrik bulunma, ciddiyet, i’tidâl, mahviyet, hassasiyet, ihtisas ve rızâ-yı Bârî’yi esas alma, ictihadlarının “vaz’-ı ilâhî” olacağının şuur ve idrâkinde bulunmalarından ileri geliyordu… Bugün ise, bunların binde biri olmadığı gibi, tam tersine, alabildiğine bir lâübâlîlik ve ciddiyetsizlik ve zerre kadar hayâ ve utanmanın bulunmayışı ile karşı karşıyayız!
Bunlar, SELEFE bağlılıkdan istedikleri kadar çıksın, onları inkâr ederse etsin, sâdece “MEŞRÛ’İYYET TEMELLERİNİ” ve kendi öz keyfiyetlerini ortaya koyarlar… Yukarıda (Ni’met-i İslâm’da) apaçık ve sarâhaten beyân ediliyor ki, “Vücuda girib uzviyete yayılan ilâç, ister besin olsun ister olmasın, ne olursa olsun orucu bozar…”
DİB kendisine ve “Hakk ile bâtılı ayırt edemiyenlere”, kendine göre bir din=religion îcâdı peşindedir. Tamam, ne halt etmezse etmesin, ancak bunu, “Müslümanlık” diye ehâliye dayatamaz. Bugün dünyâ önünde ve hele yarın “hesâb gününde” ebedî perîşanlık elbetdeki kaçınılmaz olacakdır.
DİB’in fâsid kıyâsına ve Luteryan mantığına ve kamalist muhâkeme ve eğilişine göre, esrar çekmek de orucu bozmaz, çünki bunun da “Besin değeri yok!”
Ramazan-ı Şerîf yaklaşırken veya bu ayda, acıkınca aklını fikrini “besin değil” diyerek yiyenler çoğalabiliyor!
Cübbelâ, N.Yıldız ve emsâli de, DİB ile beraber, orucu bozan fakat kefâret îcâbetdirmiyen şeylerle, keffâreti îcâbedenleri de karıştıracak kadar fikir ve anlama “özürlüsü” iseler, bu illetden kurtulmanın herhangi bir çâresinin bulunabileceğini de aslâ tahmîn edemiyoruz…
DİB, yüzdeyüz indî ve keyfî iddia ve atmalarına kaynak olabilecek, merdçe ve açıkça bir eser göstermelidir!. Bunlar, öyle son zaman nevzuhûr ve uyduruk gâvurlarının “Dîni Tahrîb” içün yazdığı şeytânî paçavralar olacak ise, bunlar bir mü’min nazarında beş paralık ma’nâ da ifâde edemez. Yıllar ve asırlar içinde mu’teber olmuş bir İslâm ÂLİMİNİN eserini “meşrûiyyet kaynağı” gösteremeyib, kimin işkembesinin hamûlesi olduğu bilinmiyen bir nesneyi, cihâna, “Besin değeri olmıyan aşılar orucu bozmaz” diye sallamak, bu 15 asırlık İslâmiyyet ve onun vâzı’ı Kahhâr-ı Zülcelâl ile ve O’nun yüzbin küsûr Peygamberi ve milyarlarca Müslümanla ALAY etmekdir; onları, hiç kâle bile almayıb, önlerine beşerî, i’tibârî, izâfî ve indî hevesât ve şehevâtı “DÎN” diye koymakdır ki, Şerîat nazarında bu da, “İLÂHLIK İDDİASINA KALKIŞMAK AZGINLIĞIDIR!”
DİB HEY’ET-İ MÜŞÂVERESİNİN (9/11/1956 SENE VE 630) SAYILI KARARI BİLE BUGÜN NEDEN YOK SAYILIYOR?
DİB, 2005’e kadar “enjektörle vücûda aşı veya ilâç zerketmek orucu bozar” derken, şimdi neden “bozmaz” diyor?. Kendi kendisini bu kadar alâmeleinnâs inkâr eden LÂYIK-SEKÜLER SİSTEMİN resmî bir dâiresine, ki yıllar evvel “tapu-kadastro umum müdürlüğü ayarındadır” denilmişdi, hangi aklı başında bir Müslüman bu müdîriyyete i’timâd edebilir? Böyle her parti iktidarına göre ağız değiştiren yerlere ne denir; ve bunların Şerîat nazarında zerre miskâl “meşrûiyyeti” olabilir mi?.
Müteâkıb yazılarımızda, sâir ulemâmızın eserlerinden iktibaslarda bulunacaksak da, 1947-1951 yılları arasında DİB Riyâsetinde bulunan ve CEHAP tarafından zehirlenek öldürüldüğü söylenen Merhûm Ahmed Hamdi Akseki Bey’in “İslâm Dîni” nâm fıkıh kitabının 1956 tab’ında, aşı ve ilâçların vücûda iğne (enjektör) ile zerkedilmesinin orucu BOZDUĞUNA dâir satırlarını şöylece iktibâs edebiliriz:
“Bedâyi’ ve Hidâye şürûhu ve emsâli kütüb-i fıkhiyye-i mu’teberede muharrer olduğu veçhile, sıyam, muftırât-ı selâse-i ma’lûmenin biriyle FÂSİD olduğu gibi, DİMÂĞA, (beyine) YA CEVF-İ BATNA (vücud içine ve karına), BURUNA, KULAK VE EMSÂLİ MENÂFİZİ TABİİYYEDEN (dışa açılan tabii menfezlerden) VEYA CERHLE (ameliyyât ile) AÇILAN GAYR-İ TABİİ MENFEZLERDEN BİR ŞEYİN DÜHÛL VE VÜSÛLÜ (girmesi ve ulaşması) İLE DE FÂSİD OLUR.”
Bugünün DİB’i, işte böyle, dünün DİB’ini yerin dibine geçirme gibi yani “aslını da inkâr gibi” bir hâlet-i rûhiyye ve cismâniyye ve cinsiyye ve cibilliyye içine girebilmektedir!.
Bill’in kurumları ile, Fahri ve Tayyib zevâtın bilim kurulları “corona-morona” dedi diye, bu virüs îcâdının ve dünyâ nüfûsuna “soykırım-katliâm” sallama hatırına, nasıl “Aşı oruç bozmaz” denilir?. “Bozar, Ramazan-ı Şerîf’den sonra güne gün kazâ edilir” dense, kimin iktidarsız iktidârı yerle bir olur veya kimin beynine Kıyâmet kopar?.. Ve deriz ki, Allâh Azze ve Celle’nin o Kahhâr-ı Zülcelâl Hazretlerinin 15 asırlık Şerîatıyla “Dalga geçilemez, o, oyuncak edilemez, yaz-boz tahtasına çevrilemez, aksi hâlde helâket ve felâket başlar…”
Oruç yok olacak, amma var gösterilecek!!!
Bunu irtikâb edenin îmânı, ahlâkı, şerefi, insâfı, edebi, hayâsı, vicdânı ve insanlığı, devlet ve hükûmet mes’ûliyyeti ve meşrûiyyeti, sarık-cübbe ve sarıklı-cübbeli olma nâmûs ve iffeti olabilecek midir?.
Ahmed Hamdi Bey’in satırlarının yer aldığı yukarıki ibârenin hemen altında yani (aynı 280. sahîfedeki) hâşiyede (dipnotda) ise, DİB Başkanlığı Müşâvere Heyeti (Şimdiki uydurukça adı “Yüksek din işleri kurulu” olan) yerin KARARI ise noktasına kadar şöyle:
“Muhtelif hastalıkların tedâvîsinde doktorlarca oruç hâlindeki hastanın vücuduna zerk olunan İĞNENİN İÇİNDEKİ MADDE DİMÂĞA DÂHİL OLDUĞU VEYAHUD CEVF-İ BATNA GİREREK KARACİĞER VE BÖBREKLER VE MESÂNE VÂSITASIYLA BEDENDEN ÇIKDIĞI TAKDİRDE BU İĞNEYİ YAPDIRAN ORUÇLU ŞAHSINORUCU BOZULUB YALINIZ KAZÂ LÂZIM GELDİĞİNİN….”
Hani “Besin değeri olmıyan aşılar orucu bozmazdı?”
Burada günah ve ayıp mefhumlarının çoook ötesinde bir keyfiyet var!
Üstelik de bu eserin 1967’de Güzel Sanatlar Matbaası Ankara adresinde 17. Tab’ını yapdıran, bugünki T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı…
Eğer DİB’in, köşe-bucak ve dibinde, bu eser kalmamış veya fâreler tırtıklayıb yok etmişlerse, biz kendilerine bir fotokopisini hedâyeten ve diyâneten ve âfiyeten takdîm ü arza müsâreât ederiz efendim!…
Biz “döneklik ve köçeklik” ederek sözümüzden aslâ dönmeyiz…
Tekrar edelim, aman unutulub, “boş ver yaaavv” denilmesin: Eserin 17. Baskısı, 208. sahîfesine DİB’çiler ve DİBÇİKÇİLER mutlaka baksın; “Diyanet İşleri Başkanlığı Müşâvere Hey’eti Kararı, Tarih: 9/11/1956, Sayı:630…”
Tarîkat taşeronu ve Merhûm Ali Haydar Efendi Hazretlerinin istismarcıları ve Cübbelâ takımları ile Teymiyeci ve Kaşıkçı Katili Suudçu kafalılar ve Nurttin de baksın!
KARÎİN-İ KİRÂMIMIZ ŞÖYLE DİYEBİLİRLER:
“Îmânı olmıyanlara (Müslüman olmıyanlara) oruç, cihâd, ahkâm-ı Sultâniyye, namaz, ahd ü mîsâk, ahlâk, cenâbetlikden tahâret, iftâr, sahur, ezân, hacc, nikâh v.sâir nice farîzaya mülâzemet ve haramlardan mücânebet zaten farz değil, iğne mes’elesi nice ehem mesâil yanında pek fürûatdan kalır. Bunca dikkat ve hassâsiyetle bu mevzuun üzerinde durmak ve mesâî sarf etmek aceb nedendir?”
Şundandır: Layıklık hangi parti ve pırtının, hangi politikacının anlayışında, uydurmasında ve telâkkîsinde olursa olsun, her anlayışı ihâta edecek şekli ile, “İslâm’a göre kânun yapmakdan mutlak olarak uzak durmak, bundan gâvur ölüsü görmüş gibi kaçınmakdır!”
Lâyık (ateist) sistem bir dîni avuçlarına alırsa, o dîn, dîn olmakdan mutlak sûretde çıkar-çıkarılır. Çünki beşerî hangi sistem olursa olsun, o, yaşamak içün vahyi yaşatmamak mecbûriyetindedir. Temel böyle atılmış, başda İngiliz, bütün haçlı-yehûdi dünyâsı bunun te’mînâtı olarak dimdik ayaktadır. Dünyâda ne kadar çok mes’ele var görünse de, bu, dünyânın birinci ana mes’elesidir… Çünki dünyanın YARATICISINA göre veya O’nun Dîni İslâmiyyet’e göre dünyâ kat’iyyen ikiye ayrılır:
NETÎCETEN: Beşerî sistemlerin en büyük düşmanı VAHYDİR… Bunun da bahânesi, “İslâm’ın DEVLETİ OLAMAZ” demekdir. Olursa, dünyâ HAKK ve BÂTIL olarak ikiye ayrılır. Bu ise bâtılın izmihlâline yol açar. O halde dünyâ, faşist, kapitalist ve komünist, v.s. kafaların emperyalizmine göre sınıflara ayrılmalı, islâmî tasnif mutlaka ortadan kaldırılmalıdır…
İslâmiyyet’in HAKK oluşu ve hâkimiyyetine sedd çekecek olan da, ona aslâ (devlet) olma hakkı vermemek ve onu sâir dinlerin ve inançların seviyesine indirerek, elindeki MUTLAK HAKK olma imtiyâzını almakdır. Bu da, “Laiklik, demokrasi, cumhuriyet, v.s. gibi bütün beşerî sistemleri dünyâya hâkim kılmak üzere, “Dînî ve gayr-i dînî” bütün inançlara eşit mesâfede olmak” terânesiyle yürütülecek; ve böyle bir eşitlik içindeki İslâm da, ancak diğerleri KADAR, hatta “pek husûsî çerçevede” “alabildiğine (!) HÜRDÜR” şeklindeki en büyük yalan ile anlatılacakdır!… Hitler’in generalinin dediği gibi: “Yalan, ne kadar büyük olursa, o kadar çok insanı inandırır” formülü, bunun içün ruznâmeden aslâ indirilmiyecekdir… Lâyıklık, demokrasi gibi sistemlerin, olur olmaz derecede ve her herde ve her fırsatda sık sık tekrarlanması, işte bu BÜYÜK yalanın, kendisine iyice inandırması içündür…
Dolayısıyla lâyıklık, vahye kat’iyyen yaşama hakkı vermez, fakat veriyor gibi görünerek onu kendi avcuna alır, kendine uydurmak ve benzetmek içün yapmıyacağını aslâ bırakmaz. Aksi hâlde kendi hayatı bitecekdir. İslâm düşmanlarının lâyıklığa bu kadar delicesine sâhib çıkmalarının biricik ana sebebi de budur; ve Lozan’ın en temel maddesi de, bundan başkası değildir…
Müteveffâ ve ateist de olsa, Prof. Mümtaz Soysal’ın sözünü tekrar edelim:
“D. İş. Başkanlığı, Dînin cumhuriyet ilkelerine uygun olmasını sağlıyan bir kurumdur!”
İşte bunun içün, DİB denen yerin hiçbir kararı “Meşrûiyyetini” İslâmiyyyet’in SON ŞERÎATINDAN almaz, alamaz; işkenceci Kenan’ın anayasasından veya bir başkasının yapacağı babayasasından alır… Yani, HÂLIK TEÂLÂ’NIN İRÂDESİ, MAHLÛK DENEN ACÛZENİN İRÂDESİ ÖNÜNDE EĞİLİR; ALLÂH AZZE KUL, KUL İSE RABB HÂLİNE GETİRİLİR…
Hah, işte bu nokta anlaşılsın diye, “Piramidin, Bill’in, Bilimin, Milimin, Bilmem kimin” iğnesi, çuvaldızı, enjektörü, pirefesörü ve bilmem kim elin körü, bizim mevzuumuz oluyor!
Bunun içün, buralardan bu iğne mes’elesini bağırıyoruz…
Duyan var mı, olur mu, kaç kişidir, kimdir, necidir, ne yapar ve ne halt eder, tabii bunlar bizim mes’ûliyyetimiz altında değildir; biz vazifemizdir diye yapar, ötesini “VAZİFEYİ VERENE” bırakırız vesselâm…
Madem başladık, bitirmek de nasîb olur biavnihî Teâlâ…
Bu hususda, İslâm’ın dışındakilerin değil de, içindeki yegâne ehil sâir büyük ulemânın satırlarına da nasibse temâs edeceğiz. Oralarda bir tek “iğne orucu bozmaz” diyen satır gören olur da bunu herkesle paylaşırsa, pek müteşekkir kalırız!
“SEN HERKESİ KÖR, ÂLEMİ SERSEM Mİ SANIRSIN?”
Ziyâ Paşanın “Terkîb-i Bendinde” de, aklı ve fikri cumputrasi felsefeleri ile muhtell olmamışlara, ziyâde ibretler vardır:
……………………….
Kibre ne sebeb? Yoksa vezîrim diye gerçek,
Sen kendini düstûr-ı mükerrem mi sanırsın?
Kibre ne sebeb var? Yoksa vezîrim (başım, ağayım, şuyum, buyum) diye hakikaten,
Sen kendini nizâmın (düzen ve yüzenlerin) sâhibi (tanrısı) mı sanırsın?
Ey, müftehir-i devlet-i yek-rûze-i dünyâ,
Dünyâ, sana mahsûs u müsellem mi sanırsın?
Ey, dünyânın geçici ni’met ve devletiyle (şeytan gibi) gurûra düşen,
Dünyâyı, sana tahsîs ve teslîm edilmiş mi sanırsın?
Hâlî ne zaman kaldı cihân, ehl-i tama’dan,
Sen zâtını bu âleme elzem mi sanırsın?
Bu dünyâ ne zaman açgözlü muhterislerden boş kaldı,
Sen kendini bu dünyâya çok lâzım mı sanırsın?
En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun,
Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?
En ummadığın adam, senin içyüzünü keşfeder,
Sen herkesi kör, bütün insanları sersem mi sanırsın?
Bir gün gelecek, sen de perîşân olacaksın,
Ey gonca, bu cem’iyyeti her-dem mi sanırsın?
Bir gün gelecek, sen de perîşân olacaksın,
Ey ufaklık, bu ehâli hep senin yanında olacak mı sanırsın?
Nâ-merd olayım, çarha eğer minnet edersem,
Cevrinle senin ben, keder etsem mi sanırsın?
Şerefsiz olayım, eğer bu devre (bu çarka) baş eğersem,
Senin zulmünden korkduğumu (sıkıntıya düşdüğümü) mü sanırsın?
Allâh’a tevekkül edenin yâveri Hak’dır,
Nâ-şâd gönül, bir gün olur şâd olacakdır.
(Ma’bâdi var)