-3- “Aşı (İğne) Orucu Bozmaz” Ve “hesâbât-ı nücûmî” Fitnesi!
19 Nisan 2021
-5- “Aşı (İğne) Orucu Bozmaz” Ve “hesâbât-ı nücûmî” Fitnesi!
26 Nisan 2021

“AŞI (İĞNE) ORUCU BOZMAZ” VE “hesâbât-ı nücûmî” FİTNESİ!

(4)

Ahmed SEYYİDOĞLU

 

İBNİ ÂBİDİN: “İLAÇ ORUCU BOZAR!”

Âmir-i Mutlağı RTE Sayınları olan Erbaş Diyânet-i Cümhûriyyesi, Allâh Azze’nin müstakillen MÜLKÜ olan cihana karşı ne demişdi, şunu:

“Besin değeri olmıyan aşılar orucu bozmaz!”

15 asırdır yazılmış kitablar veya fetvâlar içinde bu hükmü ortaya koyan bir vesîka (eser) var mı?. Yok!. O halde muazzam ve muhteşem bir kırkbayır-börkenek hamûlesi ile yüzyüzeyiz!

Bir evvelki makâlemizde DİB sâbık Reisi ile “Hey’et-i Müşâveresinin” 1956 sene ve 630 numaralı kararı mu’cebince “vücûda yayılan herhangi bir aşı ile orucun bozulacağını” adı geçen kitabın 17. Tab’ının 208. sahîfesinden iktibâs etmişdik…

Şimdi de Ehl-i Sünnet Ve’-Cemaat’ın HANEFÎ Müslümanlarında pek mu’teber Fıkıh Kitâbı olan ve meşhûr adıyla “İbn-i Âbidin” olarak geçen “Reddü’l-Muhtâr, Ale’d-Dürrü’l-Muhtâr” nâm esere mürâcaat edelim. Orada da şu ibâreye rastlıyoruz:

“İlâç, yenilen şeyler hükmündedir. Zîrâ onda, bedene fâide vardır.” (İbn-i Abidin, 1985 İst., c. 4, s.313)

AKAP ve RTE Diyânet-i Ilmâniyyesi, “Besin değeri olmıyan” diyerek, böyle bir bahâne ve uydurmaya sarılırken, İslâm mütehassısı fakihler “İLÂÇ, YENİLEN ŞEYLER HÜKMÜNDEDİR, ONDA BEDENE FÂİDE VARDIR” buyurmaktadır!. DÎN (İSLÂM), politikanın emrinde olursa, işte böyle cılkı çıkar, dinden başka her şeye benzetilir. Nefis ve iktidâr hırsları, Bill’in ve bilmem kimin projelerine kadar her şeytanlık (DÎN) diye dayatılır; ve bu da, Müslümanlara karşı “Tanrılık” iddiasından başka hiçbir netîce ve ma’nâ da ortaya koyamaz…

YUNÂNÎ FELSEFE İÇİNDE POLİTİKACI VE POLİTİKA!

Politika ve politikacı eline düşen bir dîn, mutlak olarak asliyetini, sâfiyetini, edillesini, ulemâsını, mütehassısını, ehlini, kaynağını hiç şübhesiz kaybeder… Osmanlı müelliflerinden meşhur Şemseddîn Sâmi Bey’in gene pek meşhur lûgatı olan “Kâmûs-ı TÜRKÎ’den” politikacı maddesine bakalım:

“POLİKİTACI: TABASBUS ETMEYİ (Tabasbus:Yaltaklanmak, kendisini küçülterek riyâkârlıkla kendisini beğendirmiye çalışmak-Yeni Lugat, İst. 1968, s. 507) VE YÜZE GÜLMEYİ İYİ BİLİR ÂDEM. (İst. İkdâm Matbaası, 1317, s.364)

“POLİTİKA: Asl-ı yunânîde ilm-i medenî ve idâre-i memleket demekdir.” (A.g.e.,s.364)

Bugün Türkiya’ya, işte bu “yunânî zihniyetin sistemi” hâkim görünüyor… (Demokrasi de, kadîm yunandaki filozofik aklın bir ifrâzâtıdır.)

Bedâhaten ortadadır ki, İslâmiyyet gibi mücerred Allâh Azze ve Celle’nin, O sonsuz ilim, irâde, kudret ve hâkimiyyet sâhibi Zât-ı Zülcelâl’in dînini (irâde ve nizâmını), böyle bir felsefe ve idârenin tahakküm, tehekküm, teheccüm, tekebbür, istibdâd, tasallut, tehâvün, tehâşün ve sultasında yaşatmak sûret-i kat’iyyede muhaldir…

DİB, anlasa da, anlamaz ayağına yatsa da, İbn-i Âbidin’e, Ahmed Davudoğlu Merhûm’un tercemesinden biraz daha devâm edelim ki, cumputratik katakülli peşindekilerin tıraşı iyice önlerine dökülmüş olsun ve belki üç-beş Müslüman da hidâyetde kalsın! Mevzû’ ne kadar fürûatdanmış gibi görünse de, altında yatan bütün bir yunânî sistemin, İslâmiyyet’e hangi nazarla baktığına misâl teşkîl etmesi bakımından, ibretle ta’kîbi son derece câlib-i dikkatdir:

“Bir kimse ŞIRINGA yaptırır veya burnuna bir ilâç damlatır yahud kulağına yağ damlatırsa yahud vücûd veya baş yarasına ilâç akıtır da, ilâç hakîkaten içine (cevfine, iç uzuvlarına) veya dimâğına (beynine) işlerse; veya oruçlu, ufak bir taş ve benzerini, insanın yemediği veya iğrenib tiksindiği bir şeyi yutarsa, KAZÂ LÂZIM GELİR.” (A.g.e. s.294)

AKAP irâde ve idâre-i maslahatındaki “DİB Riyâseti”, bu ibârenin hangi HÜKMÜ ortaya koyduğunu fehmedecek seviyede olsa gerekdir!. Biz, “DİB karargâhı bununla âmil ve âmir olmalıdır” gibi bir irâde beyânında bulunmuyoruz. Onların vücûd hikmeti ve fıtrî garîzaları buna nâmüsâiddir! Ancak, anlarlarsa bilmiş olurlar, bilirlerse, “Beğenmedikleri İslâmiyyet’in Esaslarını” bilmiş bulunurlar diye yazıyoruz!.

Hani bazı saftirik “Vatandaş ve layıkdaşların hatta nice ehl-i sünnetim diyen ve bu yolda yıllarca avukatlığa soyunan nice aydın ve günaydınların” dahî, bazı sapık mesâil-i medeniyye ve edeniyye karşısında: “DİB bu işe neden bir çâre bulmuyor, neden susuyor, neden dînin esasını söylemiyor” gibi sızlanıb sazlandıklarına yıllardır şâhid olduk ve hâlâ da oluyoruz! İşte bunlara: “Eşyanın tabiatını bilmezseniz akıntıya karşı kürek çekmiş olursunuz, biraz akıllı ve hakîkatı gören olun” demek içün, bir tembîhât makâmında bu satırları yazıyoruz!

Ş.EYGİ VE KADİR BİLE DİB İÇÜN BAZEN PEK BEMBE GÖZLÜK TAKARDI!

Kabrinde kulakları çınlasın (!) Mim. Şevket Eygi Bey de, DİB’i dînî bir merci’ bilir ve bazı dînî mes’elelerin ıslâh ve hâllinde onlara “Hürmetler arzederek ellerinden öper” ve bu görüşlerini zaman zaman ve aklına estiğinde pek de şer’î bulurdu!.

Gerçi kendisi “Ehl-i sünneti kâl ve kalemiyle meccânen ve pek avukatça (!) ve kendine göre müdâfaa eder;” bir yandan da Şerbokan gibi “Laiklik İslâm’ın kendisinde var, hakîki cumhuriyetçe benim, Alevîlik İslâm’ın bir koludur” diye yazılar yazmakdan da hiç hazer etmezdi… BİR YANDAN da, 1965’lerde, İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Rahmetullâhi Aleyh Hazretlerinin “Revâfız Risâlesini” basar,  fakat râfızîlerin edille-i erbaa ile alâkalarının olmadığını NEDENSE bir türlü göremezdi!.

KIBRUSÎ DENEN İNGİLİZ ANAHTARI VE KEDİCİKLİLER ŞEYHİ!

ŞEVKET ayrıca, hakk ile bâtılı telbîs etmekde de kendince pek mâhir olub “Hem hılâfetçi hem cumhuriyetçi” olmayı da iftâ eder (!) “Ben cumhuriyete karşı değilim” diyen “hılâfetçi” Püsküllü Kadir gibi, ikisi de, kedicikli ve seksapel Adnan seviyesinden bakarak, İngiliz ayarlı Nazım Kıbrusî’nin İslâm dışı yamuk ve uyduruk tasavvuf telâkkîsini “ÇOK DERİN ve YÜKSEK, esrarlı, rûhânî, havassü’l-havassa göre biçilmiş ve kerâmetengiz” İslâm zannederlerdi!. Püsküllü Kadir ona “Allâh DOSTU” der ve Şevket gibi velî gözüyle bakardı!.. Halbuki adam, bütün İslâm coğrafyasındaki başşehirlerdeki politikacı liderlerin “vâcibü’l-itâa ülülemr” olduğunu ve Nisâ 59. Âyet-i Kerîmedeki “Atîullâhe……ve ülilemri minküm” emri içine girdiklerini  iddia eden bir İngiliz anahtarıydı!

Şevket de bir yazısında: “Şeyh Efendiden “esinlenib-besinlenerek” İngiltere’deki Müslümanların Kraliçe cenablarına itaat etmeleri lüzûmunu iftâ” eylemişdi!!!.

Şeyh Efendi Cenabları İslâm coğrafyasındaki cumputrasi başlarına bugünki bir takım cübbelâ takımları gibi “Ülülemr” deyince, biz de:  “Âyet (minküm=sizden) buyuruyor, bunlar bizden mi” demiş idik! İngiliz anahtarının cevâbı:

“Evet Efendim, bunlar gökden inmediler, içimizden çıkdılar (bizden)dirler tabii!”

Demek olmuşdu!.

Bu hâdiseyi 1970 Ramazan-ı Şerîfindeki cem’-i gafîr huzûrunda yaşadık; ve o mekânı da terk ederek biavnihî Teâlâ îmânımızı kurtarmış idik!. Sâdece îmânımızı değil tabii, “vurun” dese, “mürîdân ve tirîdân” tarafından linç edilmekden, canımızı dahî biavnihî Teâlâ sâhil-i selâmete çıkarmış idik!!!…

Hatta Şeyh Kıbrusî, “Kedicikli Mehdi Adnan”dan “dua” istiyecek derecede onunla sırdaş ve meslekdaş ve kediciklerinin “sarışını veya esmerini” diline alacak kadar da edeb ve vekâr hududlarını patlatan ve böylece onunla “uçkurdaş” bulunan “Global bir bahr-i Atlâsî yelkenlisiydi!” 

KADİR’İN KÜFÜRBAZLIĞI VE MUT’AYA “HELÂL” DİYEN KİTABI BASTIRMASI…

Şevket “Evet Efendimci” olduğu gibi, Püsküllü onun tam tersiydi. Ağzını bozdu mu, (sin-kef)li dümdüz gider, falan lider içün “Beni seçdirmezse onun…” diye başlar, kendisini kaybeder ve işin içine analar bile girerdi ki, biz bunları kulağımızla bizzat duymuşuzdur!. Bir milli boksör de, 1974’de,  falan cumputratik lider içün: “Beni Denizcilik Bankasının İdâre Hey’etine sokmazsa onun…” diye Zilli Gazete idârehânesinde şâha kalkıb, gene âlemini değiştirmiş (anaları) işin içine şerefsizce sokabilmişdir!. Bu kadîm yonânî politika, milletden öyle bir (ulus=avâmü’l-avram) çıkarmışdır ki, politikacılar toprak altındaki (anasına) bile sâhib çıkamaz hâle gelmişlerdir!. Ve o avâm nazarında, bu analarına bile sâhib çıkamıyan politikacı sürüleri “mücâhid hoca” geçinmeyi bile nice övgü ve sövgüler arasında böylece eğilerek  binbir fırıldakla yürütebilmiş (!) ammâ ne kadar eğilmişler ve çömelmişlerse o kadar “vesâyet ve mason” dipçiği ile zelîl edilmişlerdir!.

Anınçün, bu politika iğrencin en iğrenci olduğundan, ondan ne kadar Rabbimize sığınsak azdır!

Püsküllünün küfür ve hakâreti pek azgındı.  (Osman, Ali, Hasan, Muâviye, Amr İ. As Rıdvânullâhi Aleyhim Ecmaîn) Hazerâtına kadar dil uzatmakda; Salâhaddîn, Târık, Timur gibi Müslüman ve kahraman kumandanlara (Rahmetullâhi Aleyhim Ecmaîn) ve Üstâd Necib Fazıl merhûm gibi da’vâ ve çile adamlarına kadar da nice kıymetlerimize sunturlu hakâretlerle vurmakda pek ayarsız ve gözü kara bir Karadeniz “uşağu ve o kadar da zıpırı” idi!.

HILÂFET, ZARÛRÂT-I DÎDİYYEDENDİR…

Hem “Hılâfet” der ve bu isimle yüzlerce uydurma doldurduğu vâ Baîdullah ve bilmem kimler gibi nice oryantalist ve mezhebsizi kaynak göstererek kitâb yazar; hem de, “cumhuriyete karşı değilim” diyerek İslâmiyyetin de elifini bilmediğini ortaya koyardı!. Karşı olmadığı şey de, gûya KARŞI olduğu heykellerin tam vücûd hikmetidir! Adamın binbir tenâkuzu vardır da, gören kimse yokdur…

3/12/2016 tarihli vidyosu ile “Beni Bahçeli cumhuriyet düşmanı i’lân etdi. Ben cumhuriyet düşmanı değilim. Cumhuriyet de İslâmiyyet’in reddetdiği bir şey değil, saltanat da reddetdiği bir şey değil, emretdiği de değil ama, bu maslahata havâle edilmişdir.” diyerek zırvaladığını, mûmâileyhin muhibbânı da dâhil herkes o vidyodan dinliyebilir!.

İşte adam bu!

Halbuki “Hılâfet, yüzde yüz zarûrât-ı Dîniyyeden” olub, tamâmen dînî bir müessesedir. Dilipok gibilerin de alenen ve “şecaat arzederken” ortaya koydukları bir takım beyân ve zırvaları, yani zerre kadar hayâ etmeden tv’lerden “Hılâfet dînî bir müessese değildir!” demeleri, cehâlet ve dalâletin ta kendisidir…

Hılâfetin islâmî bir müessese olduğu “müttefikun-aleyh” bir mes’ele olub, inkâr edenin ikfârı vâcib olur. Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendinin “İmâmet-i Kübrâ Risâlesi”ne bakılabilir… 15 asrın Ehl-i Sünnet ulemâsı da bunda müttefikdir. Şeyhülislâm Merhûm’un şu cümlesi câlib-i dikkatdir:

“Ben Hılâfetin lüzûmunda şübhe ve tereddüd gösteren insanların hem âkil hem de müslüman olmalarına ihtimâl veremem!”  (Yarın Gazetesi, İmâmet-i Kübrâ, 8/Receb/1347–21 Kânûn-ı Evvel 1928)

Kadir’in dediği gibi “Hılâfet, cumhuriyet ve saltanat,” aslâ “Maslahata havâle edilmiş” değildir. Bu, İslâm’ın en büyük müessesesine, en echelce ve bâtılda boğularak yapılabilecek en iğrenç bir iftirâdır… Tefsir, hadîs ve akâid kitablarımız 15 asırdır apaçık ortada iken, böyle hezeyanlar savurmak, Müslümanlıkla aslâ kâbil-i te’lîf edilemez… Bir fes, bin heykel düşmanlığı, masaya iki yumruk, 30 uydurma kitabla ne müslüman olunur ne cennete girilir!. Câhil halkı çene ve mugâlatalarla  celb ü cezbedib, hiç duymadıkları bazı vak’aları anlatıb da, bunlarla onları aldatıb gaza getirmek ve kuyruğa takmak pek kolaydır!.

Aslolan HAKKIN VE HAKÎKATIN YANINDA VE HİÇ BİR MENFAAT GÖZETMEDEN DURABİLMEKDİR…Ancak aklı başında bir müslüman, İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Kuddise Sırruh Hazretlerinin buyurduğu gibi “İmân esaslarından bir mes’elenin ortaya çıkmasını (inkişâfını) binlerce zevklere ve kerâmetlere TERCÎH eder!”
Bir müslüman, ciddi, samîmî ve “ehl-i sünnetim, Osmanlı ulemâsının izindeyim” der, sonra da hangi şii bozması ise, o “Ömer Ferruh” denen mel’unun kitabını “İslâm’da Âile Hukûku” adıyla 1969’da Yusuf Ziya Kavakçı (Merve ve bilmem ne AKAP’lı madamın babası) adama terceme etdirib, o kitabın 126. sahîfesiyle “Mut’a nikâhının helâl olduğunu” cihâna yayarsa, bu küfürnâmenin  de, nice müslümanın şiddetli tenkidlerine rağmen birçok baskısını yapıb piyasaya sürer ve  elâlemin îmanlarını ateşe atarsa, o adamın encâmı ebediyyen biter…

Acem nikâhı denen ve o iğrenç şeyi yasaklandığı andan i’tibâren hâlâ meş’rû’ saymak, Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm’ı, O’nun Rabbini, müctehid, ulemâ, evliyâ ve şühedâsıyla onmilyarlarca müslümanı, Şia belâsı önündeki KAHRAMAN Büyük ATAMIZ Cennetmekân Yavuz Selîm Hân ve (onun izindeki) bütün Osmanlıyı zerre kadar kâle almamakdır… Tanzimatçı, ittihadçı ve bilmem neci fesi ile ve İngiliz anahtarı Kıbrusî denen herif gibi “Osmanlıcılık” gözboyamalarıyla müslümanlık olamıyacağını bütün cihânın bilmesi; ve “Çakma üstadlarla” da’vâ yürütülemiyeceğini her aklı başındaki adam ve kadının da anlaması şartdır ve kendi menfaatınadır… Yuvarlak “Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye” nakaratıyla ve bunlar gibi 5-10 sloganla müslümanlık olmaz. Akâid imamlarımızın “İMÂN ESASLARI OLARAK ÖNÜMÜZE KOYDUĞU BÜTÜN ZARÛRÂT-I DÎNİYYEYE BİR EKSİKSİZ ÎMÂN ETMEDİKÇE hiç kimsenin müslümanlığından bahsedilemez… Sözü işin mütehassısına (ehline) Muhammed Hamdi Efendi Merhûm’a bırakalım:

“Hulâsa îmân, nesak-ı tevhîd ile (tek tarzda)  bir cümle-i mu’tekadâta  nâkâbil-i tecezzî (İstisnâsız bütün i’tikâdî hususlara bölünmek kabûl etmez bir şekilde) bir inkıyâd-ı tâbiiyyet (tam boyun eğib tâbi’ olmak), küfür de onlardan velev birinin olsun BULUNMAMASIDIR. Küfür içün îmân edilecek şeylerin hiç birine inanmamak şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak da küfürdür. ÎMÂN BİR MU’CİBE-İ KÜLLİYYEDİR, KÜFÜR İSE ONUN NAKÎZİ OLDUĞUNDAN KÜFÜR İSE SÊLİBE-İ CÜZ’İYYE İLE VAKI’ OLUR. Sêlibe-i külliyeye mütevakkıf olmaz. Îmân ile küfür sâde zıd değil, mütenâkızdırlar ne ictimâ’ ederler, ne irtifâ, arada vâsıta, beynelmenzileteyn (Mu’tezilenin dediği gibi iki menzil arasında bir üçüncü menzil, sınıf) yokdur. Bir insan ya kâfirdir ya mü’min.” (Muhammed Hamdi Ef. Tefsîri, 1936 TAB’I, c.1, s. 208)

Sloganlarla veya Ramazandaki iftar ve sahur vakitleri tv ekranlarına tüneyen baykuşlarla müslümanlık olamıyacağını, DİB safsatalarıyla oyalanmanın kimseye beş paralık fâidesi bulunamıyacağını, îmânı yukarıdaki satırlarda beyân edilen vasıflara sâhib herkes görebilmelidir. Aklı başında olan insan, sâlih, sahih ve sâlim, dosdoğru îmân ve amelin, ecdâdın (En son Abdülhamîd Hân zemânı Osmanlı ehl-i sünnet ulemâsının) çizgisinde olduğunu bilir ve ebedi kazanç ve menfaatının da burada bulunduğundan zerre kadar şübhe edemez…

Mut’a nikâhını (Acem nikâhı-Şii nikâhı da denir), Allâh’ın Sevgilisi yasaklamış ve Büyük Ömer (Radıyallâhu Anh) bu yasağı alenen îlân buyurmuşdur. Bu sebeble kefere-i şîa, Rasûl Aleyhisselâm’ın kitabla müeyyed ikinci halîfesinden nefret eder ve senede bir günü, o BÜYÜK HALİFEYE–hâşâ ve kellâ– “Ömer’e Lâ’net günü” olarak tahsîs ederek bu şenâet ve denâti irtikâb ederler… Ecdâdın yüzbinlerce kitâbı dururken Ömer Ferruh denilen ve i’tikâdı halt olmuş bir adamın böyle mülevves bir kitabını basmak, hadîs ve icmâ’ ile sabit “mut’a haramını” helâl saymakdır ki, bunun Şerîat dilindeki yeri “îmândan çıkmak veya mürtedd olmakdır!”

Böyle adam ve madamları, ne püsküllü fesleri, ne pejmürde (ağlâlleri=yularları), ne de fir’avn heykellerine kılıç çekib at mahmuzlamaları kurtarır!.. Îmânsız, keferelere buğz ve adâvet etmek, Şerîat-ı Garrâ nazarında hiç bir kıymet ifâde etmiyor…

Allâh Azze ve Celle’nin DÎNİ, kimsenin babasının malı değildir, hiç kimse de onda istediği gibi tasarrufda bulunamaz. O, 15 asırdır ne ise bugün de, yarın da odur. Beğenmiyen, “Bu dîni ben güncelleyeceğim, telfîkle-tehdidlece-tahrifle bugüne ayarlıyacağım, sisteme uyarlıyacağım,” diyenler cehenneme kadar gider ve kendilerine binlerce din arasından bir tanesini bulur ve dilerlerse o dinin baş râhibi  veya bilmem ne taraf râhibesi olur.. bu dâr, buna ve bin beterine müşevvik olan şeytânî bir dârü’r-riddedir… Ammâ şu kadarı mutlakdır ki, zemine, zamâna, partiye, sisteme, menfaata, hatıra, patrona, oya, sandığa, dünyâ şeytanlarına, Bill’e mile, aşı patronlarına, piramidin tek gözüne girmiye, v.s.ye göre konuşarak bu dîni istediği kalıba sokmak istiyen kim olursa olsun, o bir Allâh’sız hâin ve HARBÎDİR…

ASIL MES’ELE, AŞI VE ORUÇ İFSÂDININ ÇOK ÜZERİNDEDİR…

Beyân ederiz ki, “Bunca tenâkuz ve sapmalara rağmen, ehl-i Sünnet avukatlığına!” da vakit bulabilenler, meselâ Eygi gibiler, DİB Riyâsetini de, kâriîn-i Kirâmına Meşihâd dâiresi gibi “Hılâfetin Dînî bir Üst Makâmı” olarak aşılamışlardır. Halbuki DİB, “Meşrûiyyetini” 15 asırlık edille-i erbaadan değil, İşkenceci Kenan anayasasından alan laik bir sistem müdîriyyetidir. Bundan sonra da, meşrûiyyetini, tülûğ edecek beşerî, felsefî, izâfî, mütehavvil ve müstakbel ana-babayasalardan alacakdır!. Müslüman nazarında, meşrûiyyetini edille-i erbaadan (İslâın’ın son Şerîatından) almıyan herşey gayr-i meşrû’dur. Müslümanım demek, bu meşrûiyyeti en temel ve vazgeçilmez mîzân olarak alan insan demekdir ve bunun zıddı düşünülemez…

Biz ise, bunca keyfiyetiyle bazı hakîkatların Müslümanlarca bilinmesi içün bu satırları yazıyoruz. Yoksa DİB’i iknâ etmek gibi bir ham hayalimiz aslâ olamaz. Cumputrasinin bütün cüz’leri, ne kadarsa o kadar, beşerî aklı ölçü alır, vahye istinâdları aslâ yokdur; ve fakat (VAR GİBİ) gösterilerek, bir büyük oyun ve kandırmaca oynanır…

Sadede şürû’ eder de, İbn-i Âbidin’e gelecek olursak, şöyle devâm ediyor:

“Şırınga VE BURUNA İLÂÇ DAMLATMA HÂLLERİNDE ESSAH KAVLE GÖRE keffâret vâcib OLMAZ. Çünki keffâret hem SÛRETEN hem MA’NEN oruç bozulduğu zaman lâzım gelir. Sûreten bozmak YUTMAKLA olur. Burada o yokdur. MÜCERRED İLAÇDAN FAİDELENMEK İSE, YALINIZ KAZÂ ÎCÂBETDİRİR.” (s. 295)

Enjektör ile ilâç almak, sûreten yani ağız yolu ile gıda almak değil, ma’nen yani sâir cihetlerden vücûda bir şey almak oluyor… Orucu ma’nen bozanlar, sûreten bozanlar gibi keffâreti değil, sâdece kazayı îcâbetdirmiş olmaktadır…

DİB, orucu sûreten ve ma’nen bozanları, hiç kâle bile almadan, şer’î ilim ve ciddiyet ve mes’ûliyyet hududları dışına zıplıyarak, indî, nefsî, gayr-i ilmî ve izâfî kararlarıyla dîni hafife almakda ve vahiyle satranç oynanmaktadır!

 İbn-i Âbidin devam ediyor:

“Yaş ilaç içeri (vücûda) işler. Hatta kuru ilâcın işlediğini bilirse orucu bozulur. Yaş ilâcın içeri işlemediğini bilirse oruç bozulmaz.

HILÂF: İŞLEYİB İŞLEMEDİĞİ KAT’Î OLARAK BİLİNEMEDİĞİNE GÖREDİR. İMÂM-I A’ZAM RAHMETULLÂHİ ALEYH HAZRETLERİ ÂDETE BAKARAK YAŞ İLÂCIN İŞLİYECEĞİNE (vücûd içine girib yayılacağına) HÜKÜMLE “BOZAR” DEMİŞ; İMÂMEYN (İmâm-ı Yûsüf ile İmâm-ı Muhammed) vücûda işlemezse (ŞARTA DİKKAT: Vücûdun içine girib dağılmazsa) BOZMIYACAĞINI SÖYLEMİŞLERDİR.” (s.295)

Hılâf noktası, ilâcın vücuda (dimâğa ve cevf-i batna=iç uzuvlara) işleyip işlememesi noktasındadır. Vücûd içine işlerse bozar, işlemezse bozmaz noktasında imâmeynin kavli, iyi anlaşılmalıdır. İmâmeyn de, “vücûda yayılır ve işlerse, buna rağmen oruç bozulmaz” demiyor; “yayılmazsa, işlemezse bozulmaz” diyor… Bazı gerzek ve zevzek ve dînî mevzularda lâübâlî ve soytarı takımlar, sınıflar, familya ve genuslar, bu noktayı şeytanca ele alıb “İmameyn bozulmaz diyor” diyerek,  iğrenç ve alçakça bir saptırmanın, yalan ve ahlâksızlığın hatta iblisliğin içine girebilmektedirler…

Cübbelâ ve benzeri resmî veya gayr-i resmî DİB veya DİB karikatürü yobaz ve soytarı familyalarında, zerre kadar ALLÂH korkusu varsa, böyle bir Dîn tahrîf, tahrîb, tebdîl ve hatta tenkîline aslâ cür’et edemezler…

 Bütün kütüb-i şer’iyyeyi 15 asırlık tedvînâtı içinde taramış Ehl-i Sünnet Osmanlı ulemâsı arasında, bu soytarılar gibi bir seytanlaşmıya düşen hiçbir aklı başında âlim kat’iyyen gösterilemez…

Devam edelim:

“MA’NEN orucun bozulması, bedene fâidesi olan bir yiyecek veya   İ L Â C I N  içeri girmesi ile olur. Burada oruca CİNÂYET noksan olduğu içün (yani sûreten ve kasden orucu bozma suçu işlenmediğinden) keffâret gerekmez.” (s.296)

Bu ibâre ile de, DİB’in “Besin değeri olmıyan aşılar orucu bozmak” diye savurduğu zevzeklik, boşvermişlik, mübâlâtsızlık, sinsilik ve tahrîf,  gene cerh edilmiş olmaktadır!

İbn-i Âbidîn’den devam edelim:

“Muhakkik âlimlerin kavillerine göre orucun bozulmasının manâsı, bedene fâideli olan bir şeyin batnına (karnına) ulaşmasıdır. Bu, GIDÂYA DA,  İLÂCA DA ŞÂMİLDİR.”

(s.311)

Görüldüğü gibi bu satırlar da, DİB’in “Besin değeri olmıyan aşılar orucu bozmaz” deyişini yerin dibine geçirmektedir!. İbn-i Âbidin’den şunları da alalım:

“Taamda SÛRETEN orucun bozulması yutmakla, MA’NEN bozulması da bedene FÂİDELİ olan GIDÂ ve İLAÇ olması hasebiyledir. Binâenaleyh ufak taş gibi bir şey yutmakla kefâret vâcib olmaz, çünki bunda sâdece SÛRETEN bozulma vardır. İğne vurunmakla DA KEFARET VÂCİB OLMAZ. ÇÜNKİ yalınız MA’NÂ vardır…….Hamur veya un yemekle de KEFÂRET lazım gelmez. Çünki bunlarla BESLENME VE TEDÂVÎ kastedilmez….. Keffâret, ne zaman GIDA olarak yenilen bir şeyle oruç bozulursa o zaman VACİB olur.” (s.312)

Aklı ve îmânı olanlara İbn-i Âbidin’den göstereceğimiz satırlar, deliller, kaynaklar, vesîkalar şimdilik bunlardır… İslâm, layık cumputrasilerin ve onların DİB gibi müdîriyetlerinin keyfine aslâ bırakılamaz… Bu kabil hoyratlık ve nankörlük ve ihânetler, toprak altındaki onmilyarlarca, toprak üstünde de ne kadarsa o kadar Müslümana, Enbiyâsı, ulemâsı, evliyâsı, şühedâsı, sulehâsı ve vükelâsı ile altından kalkılamayacak kadar büyük edepsizlik ve münkirlik olur, olacakdır…

MÜFESSİR MERHÛM MUHAMMED HAMDİ EFENDİ HAZRETLERİ DE, “İLAÇ ORUCU BOZAR” BUYURUYOR…

Müteâkıb makâlemizde nasibse, müfessir merhûmla devam edeceğiz biavnillâh…

(Mâba’di var)tt

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir