(4) Mescid-i Fetih (Ayasofya), Mescid-i Nebevî, Mescid-i Haram Kurtulmadan, Mescid-i Aksâ Öyle Mi?
5 Ağustos 2017
(3) Mescid-i Fetih (Ayasofya), Mescid-i Nebevî, Mescid-i Haram Kurtulmadan, Mescid-i Aksâ Öyle Mi?
7 Aralık 2017

EN BÜYÜK İÇ TEHDÎD ŞİMDİ SÜNNÎLİK; VE BU, BAŞLARINA DERD OLDU! 

(1)

Ahmed SEYYİDOĞLU

 

1) “Ne sünniyim ne şiiyim, ben müslümanım!” sloganı ile başlayıb, “Sünnînin Caferiye, Caferinin sünniye üstünlüğü yokdurla!” devam eden bombardumanlar, Viyana’da da “Yahu ne demek sünnilik, ne demek şiilik, siz müslüman değil misiniz!” diye ses çıkaran tarrakalarla hızlandı! Acemistan’a gidince onların Ayetullah’ları önünde “Beni ne şii ne sünni ilgilendirir, beni müslüman ilgilendirir. İnsan yaradılmışların en şereflisidir!” diye karşı cebheler 106’lık havanlarla dövüldü; en sonunda da, “eski Türkiye’nin birinci iç tehdîdi irticâ’” iken, şimdiki “Yeni Türkiye’nin birinci iç tehdîdi” “Kutlu Doğum UYDURMA Haftasında Haliç K. Salonunda, başının da DERDİ mezhebler oldu” ve gene onları şöyle baraj ateşine aldı:

Mezhepçilik şu anda İslâm dünyasını paramparça ediyor. Ümmeti paramparça ediyor. Bunu bizzat yaşıyoruz. Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de, Yemen’de bunu görüyoruz. Ve acımasızca şu anda Müslüman Müslüman’ı öldürüyor. Sadece mezhebî farklılık, bu kadar açık ve net. Bunları bizzat siyasetçi olarak biz de yaşıyoruz. Kendileriyle bunu konuşuyoruz. Açık ve net; bizim Sünnilik diye bir dinimiz yoktur, bizim Şia diye bir dinimiz yoktur. Bizim tek dinimiz İslam’dır bunu böyle bilmek lazım”…… “Ne yazık ki mezhebini din edinmiş olanlarla başımız dertte.”  

Hemen arkasından bir ilâhiyatçı baraj ateşine başladı; ve aynı hedefi bakın, nasıl 106’lık havanlarla aynı nişangâh ayarlarıyla dövdü:

“Modern zamanların önümüze koyduğu bir illüzyondur bu mesele. 

Din’i, “mezhepler üstü” bir anlayışla ele almak, temel referansları mezheplerin dar çerçevesine hapsolmadan kuşatıcı bir açıdan görmek/okumak… Bu bir gerekliliktir; zira Din ilahî olduğu halde mezhep beşerîdir. İlahî olanı beşerî olana indirgemekse başlı başına bir arızadır… Asırlar boyunca bu ümmetin tefrika tuzağında birbirini boğazlamasına sebebiyet vermekten başka bir şeye yaramamış olan mezhep, bugün de İslam Coğrafyasının bizzat Müslümanlar eliyle kana bulanmasında başrolde bulunuyor. Ümmet mezhebi din yerine koyma arızasına bir an önce son vermek zorundadır…” 

2) Hemen beyân ederiz ki, bu iki beyan da yanlış, hatta bazı noktalar dînimize bühtan taşıyacak kadar hılâf-ı hakîkatdır… Bunları nasibse ele alıb hakîkatın ortaya çıkmasına gayret edeceğiz. İslâm dünyâsı bir asır evveline kadar neden, “paramparça olmamış, insanlar biribirini boğazlamamış” da, şimdi kana mı susamışlar, İngiliz yahudisi Darwin’in evolusyon teorisi mu’cebince Homo Sapiens maymunlarından vampir hâline mi istihâle geçirmişler; ve biribirlerinin boğazına kasaturalarını dayamışlar, DEAŞ selefileri gibi cinnet mi geçiriyorlar?!

Fesübhânallâh!

Hâlâ Haçlı narkozundan uyanıb şunu diyemiyorlar:

“Yahu  İngilizin cedvelle çizdiği ve Ortadoğu adını takdığı memâlik-i İslâmiyye’nin (yeni dünya düzenine) göre yeni bir haritaya sâhib olması isteniyor; bunun içün de, bir sürü kukla ve oyuncak, biribirine yedirilib yeni köşe ve hudud taşları çakılmak üzere, triumvira, fitne ve kan kazanının altına iblisçe durmadan üfürüyor! BOP denen şey kafamıza çuval gibi geçirilmişken, ben, kendi dinimi, ecdadımın din anlayışını, USÛL anlayışını nasıl katlederim!”

Nevzuhurlarımızın buna bir türlü dilleri dönmüyor!

“İbret almak içün değil; ibret almamak içün yaratıldık” der gibi, akla buz tutduran ve basireti kilitliyen bir garâbet!..

3) İkincisinin “illüzyon, rotasyon ve sirkülasyon!” cinsi entel takıntılarını bir yana bırakırsak, bunlar, aynı 700 senelik Teymiye çizgisinin bilhassa 150 yıllık agoradaki gürültüleri…

“İllision” Freng gavurunun dilinde (hayâl, kuruntu, hülyâ) gibi ma’nâlara gelir. “İllusionnisme” de, hayâlperestlik, hokkabazlık… “Din ve Mezheb ilişkileri” dedikden sonra, “Modern zamanların önümüze koyduğu bir illüzyondur bu mesele” gibi bir cümle kurmak, islâmî ıstılahlarla yazmakdan utanan yeni yetişmelerin, entel bir hastalığıdır. İlim adamı adıyla ortaya çıkanların böyle hafifliklerle DÎN hakkında anlatacakları bir şey de olamaz. İslamiyyet ile mezheb münasebetine kimden ve nereden gelirse gelsin, “illüzyon yani hayâl, kuruntu, hülyâ” demek, bu ne kadar islâmî bir izâh haysiyeti taşır, ayrı mes’ele!?.

Sanki denilmek isteniyor ki:

“Eskiden böyle din mezheb münasebeti illüzyon yani kuruntu kabilinden bir şey değilmiş ammâ; şimdi içinde bulunduğumuz modern zamanlarda bu münâsebet, kuruntu, hülya kabilinden bir şey olarak önümüzde duruyor!”

Modern zamanların önümüze koyduğunu mu yiyeceğiz?

Yiyene kim yeme der?

Altdaki paragraf da okunursa, sanki bu “illüzyon” artık vâkıa… “Gazete okuyucusu nasıl olsa illüzyon millüzyondan anlamaz, epistomolojik ve ontolojik iyi bir eltel yazı yazmış olayım”dan da yola çıkılabilir! Yani “mezheb” fikri bugün, mâdemki “hülya, kuruntu, ve hayâl”; felsefenin epistomoloji ve ontolojisini de garnitür yapıp, sahabilerin ve sonrakilerin ilim ve varlık kaynağı anlayışını da böylece septik bir esasa bağladın mı, mezheblerin (tefrik yapılmadığına göre hususan ehl-i sünnetin) önüne bir barikat daha kurulmuş olur!…

Modern zamanlara uygun ve duygun bir taktik!

Bu ilâhiyatçı meslek sırrını, okuyucular anlamıyor olabilir; fakat hiç kimse de anlamaz diyemeyiz!. “Epistomolojik ve ontolojik felsefe” masalına ilerde tekrar döneceğiz…

4) İki zâtın da ifâdesinden anlaşılan şunlar:

“Dini mezheblerin üstüne çıkararak ele almalıymışız, mezheblerin dar çerçevesini kırmalıymışız; dini, mezhebleri delil ve kaynak (birisinin gene entel ağzıyla referans) almadan, okumalı ve ortaya koymalıymışız; din ilâhi, mezheb beşerî imiş; (İleride gelecek, işte işin bam teli burası; 15 asırlık ulemâmız, ictihadlar, (yani icmâ’ ve kıyâsı meydana getiren müctehid istimbatları) “vaz’-ı beşerî değil, vaz’-ı ilâhidir” buyururken, bu yeni dünya düzeninin entelleri “beşerîdir” diyor.) Dini mezhebe indirgemek arızaymış!!!”

Gülenci Abant toplantılarının demirbaşlarından ve Teymiye Selefîliği çizgisindeki Efgânî-Abduh masonlarının ve R.Rıza’nın “telfikçisi” Hayrettin de, ictihadlara “beşerîdir” noktasından bakıyor ki, bazı politikacıların akıl hocası olduğundan, onlar da bu telfikçi sapıtmayı din sanıyor; ve iki asır evvelki “takrib-i mezâhib=mezhebleri birleştirme” masallarının şimdiki bayat satıcılarılarını da (âlim) zannediyor!. “Takrib-i Edyân=Dinleri birleştirme” safsatasını Katoliklik adına sürdüren F.G Hocfendiyi de 40 sene âlim sandıkları ve “ne istedin de vermedik” diyerek sırtlarında taşıdıkları gibi…

Daha ne yamukluklar!

AKP’ci Yeni Şafak’da muharrirlik de yapan ve “Fethullah Gülen Fıkhı” namıyla kitab yazarak F.G. hayranlığını onu (müctehid) ilan edecek kadar köpürten (Faruk BEŞER) de, yıllardan beri tv’lerle “Mezhebler din değildir!” diyerek mezhebsizlik misyonerliği yapmaktadır!. Mezhebler din değildir derken, adam olan,  “mezhebler dinsizlikdir” manâsını tazammun ve tedâî etdirecek vurgulamalardan da sonuna kadar kaçar ve Allah’dan korkarak şöyle der:

“Bunlar, dinin edillesini en ince teferruatına kadar MURÂD-I İlâhîye mutlaka mutâbık anlama mektebleridir; ve o ilâhî delillerden hüküm istinbât ve istihrâc etme USÛL KÂNUNLARINI, gene aynı delillerden çıkararak ve ümmetin yüzde yüz ehliyetle i’timâdına mazhar olarak ortaya koyan, ilm-i vehbî ile de Allâh’ın donatdığı MÜCTEHİDLERİN hüküm çıkarma faaliyetleridir; ve binâenaleyh, zerresine kadar da DİNİN içinde olmak hasebiyle, Dinden ayrı düşünülmeleri aslâ mümkin değildir!”

Bu hakîkatı bilmiyorlar mı, hem de öylesine ve (…..) gibi de biliyorlar!. Fakat işlerine ve menfaatlarına uygun gelmediği içün KETMEDİYORLAR!. “Hakk-ı sarîhi ketmetmenin akaidde ne ma’nâya geldiğini” de bilirler! Fakat yol haritalarının dışına çıktıkları zaman kendilerini kapının önüne konulmuş bulacaklarından, projeye sadâkatları tam tekmil devam eder gider!

Büyük Müfessir Merhum Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin, dilsiz yetişen, aşşağılık duygularıyla “uydurukça-kurbağaca ve frengce müncezibi cumhuriyet ilâhiyyatçılarının” anlaması fevkal’ade zor tefsirinden, anlıyanlar içün aynen iktibâs edelim:

“Şunu bilmelidir ki, vaz’-ı ilâhî ile vaz’-ı beşerinin en mühim farkı, o mevzuun tecellîsinde irâde-i beşerin âmil olub olmamasına racîdir. Yoksa vaz’-ı ilâhînin behemahâl hâric-i beşeriyyetde tecellîsi şart değildir. Ve filvâkî’ rûh-i insânîdeki tecelliyâtın bir kısm-ı mühimmi, vaz’-ı beşeri değildir………….”

“…….İşte dîn-i hakk, bidâyetde nübüvvet denilen böyle bir vaz’-ı ilâhî (Allâh’ın vaz’etdiği kanun) ile sâbit olur; ve bu tecellî, beşerde zuhûr eder de vaz’-ı beşerî olmaz… Malumat uydurulmaz, alınır ve bunun içün ilimde nefs ile hâric arasında bir HAKK nisbeti vardır ki, bu bir vaz’-ı ilâhîdir. Rûhun, kendinde ihtiyârını karıştırarak imâl etdiği fikirlerde ise, ilim gâh bulunur, gâh bulunmaz, bu da bir vaz’-ı beşerî olur. Demek ki her ilm-i yakîn bir vaz’ı ilâhîdir. Böyle bir HAKK tasdîki de ihtiyâr ve irâde-i beşerden tecrit ile mülâhaza edilmiye mütevakkıfdır. Alelhusus din gibi doğrudan doğruya ef’al ve ahvâl-i beşeriye ile ve ihtiyâr-ı beşere mebde’ olan kavânîn-i harekâtda bu lüzum daha kat’îdir. Garaz, hırs ve teşehhî, kalb ü aklı sislendirir; çeşm-i basîreti şaşı yapar. Ya hiç göstermez veya çatal gösterir. Bunun içün ilm-i dinde teşehhîden tecerrüd şart-ı a’zamdır. “Men fesseral Kur’ane bi re’yihî fekad kefer=Kur’anı re’yi ile tefsîr eden kâfir olur” hadîs-i şerîfi de bunu nâtıkdır. VAHY ise söylediğimiz gibi bütün meşâiri (hasseleri) kaplıyarak ve kuvve-i irâdiyyeyi o anda ta’tîl ederek gelen ve binâenaleyh hiçbir şâibe-i kesb ü imal ve hiçbir nişâne-i teşehhî olmaksızın rûhun kabiliyyet-i sırfesi üzerinde zâhir ve bâtınından tam bir telkîn-i zarûrî ile vaz’-ı ilâhîyi veren en bedihî , en zarûrî bir ilm-i yakîn olduğu  cihetle, âdî olan ulûm-ı yakîniyye fevkinde vaz’-ı ilâhînin şâhid-i ekmeli olan  ve mazmûnundaki berâhîn-i akliye ve akabindeki muâsır tecribelerle dahî hakkıyyeti teeyyüd eden bir müşâhede-i hıtabdır. Ve bu suretle her müşâhede gibi, kalb ve aklın fâiliyyet-i ihtiyâriyyesi fevkinde olmakla beraber, kabiliyyet-i fıtriyyesinden de hâric değildir. Bunun içün Dîn-i HAKK ba’delahz, bilhassa USÛL nokta-i nazarından aklın tarîk-i istikrâ (etraflı bilgi edinmek) ile idrâkâti cümlesine dâhil olur ve yalınız istintâc (çıkan netice) bu idrâke kâfî gelmez ve ilimde olduğu gibi bunda da KEŞF nazariyeye mukaddemdir. Şu fark ile ki, bunda tecribe-i ferdiyye hepsini ihâtaya kâfî değildir. O ancak aslü’l-USÛL olan tevhîd-i HAKKda mümkin olabilir. Hakâik-i Dîniyye ve mesâil-i şer’iyyede tekerrür müşâhedesi, tecribesi, asırlara mütevakkıf nice metâlib-i mühimme vardır. Ve BUNUN İÇÜN İLM-İ DİNDE AKIL VE NAKLİN EHEMMİYETİ DERKÂRDIR. VE FİLHAKÎKA İSLAMDA DA VAZ’-I İLÂHÎYİ BİLDİREN DELİL DÖRTDÜR. KİTAB, SÜNNET, İCMA’-I ÜMMET VE KIYASDIR. VE BUNLARDAN EVVELKİ ÜÇÜ MÜSBİT (KAT’İYYEN İSBAT EDİCİ), VE DÖRDÜNCÜSÜ MUZHİRDİR (ızhar VE İZAH edicidir.) (Muhammed Hamdi Efendi Hazretleri, c. 1, s. 87-88, tab’. 1936) 

Evvelâ Büyük Müfessirimizin “İSLÂM’DA, ALLÂH’IN VAZ’ETDİĞİ KÂNUNLARI BİLDİREN DELİL (gâvurca referans) D Ö R T D Ü R. KİTÂB, SÜNNET, İCMÂ’-I ÜMMET VE KIYÂSDIR. BUNLARDAN EVVELKİ ÜÇÜ MÜSBİT, VE DÖRDÜNCÜSÜ MUZHİRDİR.” Buyurarak (icmâ ve kıyas ile istimbat edilen müctehid reylerinin vaz’-ı beşerî olmayıb, (VAZ’-I İLÂHÎ olduğunun); ve bunun, 15 asırlık bütün Ehl-i Sünnet ulemâsı tarafından da BÖYLE bilindiği husûsunun, bütün SÜNNÎ düşmanlarının yok etmek istedikleri ÎMÂN nizâmının bu keyfiyetinin KAFA ve KALBLERİNE ÇAKILMASI, birinci şartdır…

Bu noktada, adam olan kıvırtmasın; ve bu keyfiyeti kabul ederek ortaya çıksın ki, cevabını tam alsın!. Yukarıya SÜNNÎ otoritesi bir zatın SATIRLARINI aldık!

Edille-i erbaa, vaz’-ı ilâhî mi değil mi?

Minder dışına kaçan nâmerd!

İşte SÜNNÎLİK budur!” dedik!

Ve işte meydan!

Müslüman Dîninin Allah kânunu olan ve bu dört delille ortaya konulan hükümlerine kılıç sallamak istiyen kim olursa olsun, haddini ve hududunu bilmesi, “ğadab-ı ilâhiyi” celbetmeme noktasında kendi menfaatinedir!

(Mâba’di var)

(İntişârı: 23.04.2015)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir