T.C. içinde dersâne, dışında da “Türk Okulları” denen tezgahlar, ne dersanedir ve ne de Türk Okulları!. Bunlar bütün dünyânın gözleri önünde, hakîkatları ne ise odur; ve artık hedeflerinin saklanması devri de geçmiş, herşey apaçık ortaya dökülmüşdür… Yarım asırdır “Hoşgörü ve Diyalog” perdesi altında sürdürülen ve Papalık tarafından mücerred Nasrâniyyet’in yayılmasına ma’tuf misyoner çalışmaları, takrîben 30-40 yıldır, daha da azgınlaşarak Anadolumuz’da da bu isim ve resim altında Allâh Azze’nin Dinini kök ve esaslarından kemirir hâle getirilmişdir… Adı geçen “dersâne ve okul” denen yerlerin faaliyyetlerine en küçük sekte vurulması hâlinde, buraları perdeli olarak ve taşeronları üzerinden kullanan Bâtıl Batı mihrakları, son bir aydır, buna mâni olmak üzere her türlü zihin saptırması, yalan, kara propaganda ve küllemesi içün, yaygaranın binini bir paradan piyasaya sürmektedir…
Son yıllarda ve bilhassa son aylarda ortaya çıkan ve Anadolu ehâlîsinin huzûrunu zîr ü zeber eden “cemaat” medya ve neşir organları, beyan etdiğimiz fâsid maksadları önüne hükûmet-i Tayyibe’nin sedd çekmesi ile de, neredeyse ayağa kalkmış, kıyâm etmiş ve o “hoşgörü ve sevgi-saygı” gibi hasletlerin zerre kadar sâhibi olmadıklarını bedâhat derecesinde de ortaya koymuşlardır… Öylesine bir ayarsızlık, asabiyet ve ihtilâc içine de girmişlerdir ki, bir hafta evvel muârızlarına en ağır hakâretleri revâ görürlerken; bir hafta sonra kuzu postuna bürünerek, ne zikzaglar ve ne müzebzeb, mütenâkız ve gülünç, zavallı haller resmetmekden çekinmemişler ve yüzleri de kızarmamışdır…
Bu “dersâne ve okul” yaftalı dış güdümlü tezgâhların iç yüzüne bir nebze nüfûz etmek istiyenler, Prof. Yümnü Sezer’in kaleme aldığı “Dinlerarası Diyalog İhâneti” nâmındaki kitabın, şu satırlarını dikkat ve ibretle mütâlâa ederlerse, bu müesseselerin kimler tarafından ve hangi maksadlarla güdülüb, dünyânın yüzlerce ülkesinde de önlerinin nasıl ve hangi patronlar tarafından açıldığını çok iyi anlıyacaklardır:
“Sırf sevgi felsefesinde kalmak; veya dîni, sevgiyle odaklandırmak, insanın ve insanlığın doğruya, güzele ve iyiye gitmesine, insanın kurtuluşuna yetmez. Hele aldatıcı sevgi, zarara bile yol açabilir. Bazen bir cezâ, aldatıcı sevgiden daha faydalı olabilir…
Sevgiden hoşgörü doğar. Ancak, sevgiden doğan hoşgörü kişiseldir. Toplum için, toplumsal prensipler veya dînî kurallar için, bağlı olunan sistemi ilgilendiren hususlar için, hoşgörü olamaz.
Misyonerlikde olduğu gibi diyalogda da sevgi ve merhamet duyguları, özellikle hristiyan yetkililerce kullanılmaktadır. Dindarlar tarafından bu yola başvurulması ne kadar tabii ve normal ise, bunu kendince belli maksadlar için bir vasıta olarak kullanmak da, o derece gayr-i meşru’dur. Müslüman diyalogcularca da (Bizden: Müslüman diyalogcu olamaz) sevgi, olması gereken yerden alınıp abartılmış, başka yere taşınmıştır.” (2006, s:123)
Gülen’in, “kelime-i tevhîd’in ikinci bölümünü yani Mu….Allah’ın Rasûlüdür kısmını söylemeksizin sâdece ilk kısmını ikrâr eden kimselere RAHMET VE MERHAMET BAKIŞIYLA BAKMALIDIR” şeklindeki beyanı da, “misyonerlikdeki” sevgi ve merhamet duygularının aynen kullanılması ve taklid edilmesidir. (Bakınız: Küresel Barışa Doğru, 2002, s: 131)
Burada aynı zamanda, “sevgi, olması gereken yerden alınıb abartılmış ve başka yere taşınmışdır.” Sevginin, Allâh’a tebean Allâhın Habîbi’ne de olması şartken, “O’nu hiç tasdîk etmiyen ve sevmiyenlere de, rahmet ve merhamet” olarak “taşındığını”; ve yerinin çok abartılarak ve muvâzenesizce tahrîf edildiğini görüyoruz. Aynı zamanda demokrasi azîzi Gülen, bizzat kendisi hakkında da, “diğergâm ve verici” olmakda fevkal’âde uçurucu abartılara girmekde; böylece, cemaati ve haçlı dostları nezdinde yarı peygamber veya büyük bir azîz veya mehdi gibi bir mevki ve makâma, kendisini şöyle taşıyabilmektedir: “Ve ben, kendimi irâdemiz dışında, geçici bir süre için, Allâh tarafından bir inâyet ve lütuf olarak bu tip işlere sevkedilmişlerden biri olarak görüyorum.” (Küresel Barışa Doğru, s:112)
Zaten Papa ile Vatikan’da yapdığı son derece içli, sırlı ve ruhânî görüşmede, ondan birçok noktada el aldığı da düşünülebilir. Bu meyanda hıristiyanların nasıl “lâ yuhtî ve lâ yüs’el” bir papaları varsa; ve eğer müslümanların dini (!) de hıristiyanlığa kalbolacaksa, onların da aynı sıfatı hâiz bir (ruhban reisi) olması kaçınılmazdır… Böyle olunca da, papa müşâbihi bir büyük ve ulu kişi elbetdeki inşâ’ edilmeli ve edilmişdir… Hatta Avrupa ve Amerika’larda, “Gülen Dini” gibi müstakil bir dinden bile bahsedilmektedir!… Adına ve son derece orijinal fikir ve felsefesinin tedkîki uğruna “enstitüler” bile kurulmuşdur!.. “Gülen hareketi” adıyla, son derece yeni, Luter kadar müessir, vurucu, “dönüştürücü”, ibrâhîmî dinlerin vecd ve istiğrâkı içinde, 15 asırlık İslâmiyyet’i beğenmeyib, yerine, nasrâniyyet ve yehûdiyyeti çok şirin ve hakk gören yüzdeyüz sun’î, ılımlı bir “Müslümanlık” oturtmanın hülyâları peşinde, bunun içün de dünyanın her herindeki gayr-i müslimlerin alkış ve “kutsamalarına” mazhar, bir Lider… Bunlara munzam, hoş, mayhoş ve çoş görücü, icâbında “Firavun ve tımarhâneliklere” çorap örücü, lüzumunda Nemrut başı tokmaklatacak kadar şedîd ve kahredici, mütehassis oldukda genç ve dinç bir sivrisinek kadar naif ve zarif, hâle göre “yeniçeri şamarı aşkedici” ve atıcı, akıldan kaçık hükûmet tımarsızlarını “tımarhâneye tıkıcı”, bir dediği iki edilmemesi zarûrî, papa kadar “lâ yuhtî ve lâ yüs’el”, rûhânî, laiklik, dembokrasi ve diyalog tutkunu modern ve hümanist bir lider…
Yümnü Sezer’den devam edelim:
“Onlara (diyalogculara) göre, “yeterli evrensel eğitimle döşenmenin” şartı, diğer insanlara yönelik kabul, hoşgörü, sevgi ve hümanizm yaklaşımıdır. Evrenselliğimiz, bizi aynı zamanda sosyal adalete giden yola sokar. Thomas Michel’e göre Gülen cemaatinin okulları, özel bir tarihî bağlama kök salmış hümanizm noktasında değerlendirilebilecek bağlamı da aşmıştır. Farklı yerlerdeki okulların tamamı, aynı hümanist muhayyileden ilham almaktadır.” (Thomas Michel, “Eğitimci olarak F.Gülen”, 117-122)
Burada, Thomas Michel’den nakl ve APAÇIK da BEYAN EDİLDİĞİNE GÖRE, dışda “Gülen Okulları ve içde “dershanelerinin” biri ikisi değil ama, tamâmı da aynı “hümanist muhayyileden ilhâm” almaktadırlar… Binnetîce, bu “hümanist muhayyileden alınan ilhamlar”, ortaya nasıl ve hangi dünyanın yarınki eleman, idâreci, altın neslini, hizmet ehlini, hangi dinin dindarlarını ve misyonerlerini ortaya çıkaracakdır, tahmin etmek aslâ zor olmasa gerekdir…
Aynı yazı devam eder:
“Cahillikden kurtulma, “karakter geliştirme ve maneviyat”, gizlenmiş olan daha genel bir sebebe ve gâyeye oturuyor gibidir. Bu konuya âit araştırma yapmış olan Elisabeth Özdalga’ya göre cemaatde evrensellik kavramı ile eşitliğin, kültürleri ve inançları aşması kavramı aynıdır ve biribirine dayalıdır. Bu aynı zamanda “derin bir hümanizm” inancıdır. Barış ve sevgi esastır. Mülakat yaptığı hanım öğretmenin ifadelerine dayanarak Özdalga, barışçı bir rol oynama isteğinin abartılı ve neredeyse FOBİ haline gelmiş olduğunu söylüyor. Her türlü çalışmadan kaçınma kaygısı ağır basar. Barışçı ilişkiler sadece çatışma korkusuna dayanmaz. Sevgi önemlidir ve evrenseldir. Hanım öğretmen şöyle der: “Bizim eksikliğini duyduğumuz şey, evrensel olarak yayılmış sevgi kavramıdır. Bütün insanlık bu fikri benimsemeli ve ona sarılmalıdır. Bunu Batı’da görüyoruz… Günümüz dünyâsında böyle bir fikre gerçekden ihtiyaç var. Bu fikri yaymak için dünyanın her yerine gidilmelidir… Ana amacımız, başkalarını müslüman yapmak değil, barış ve diyalog mesajını her yere yaymaktır. Başka insanlara sevgi mesajını yaymak, aynı zamanda Hocaefendinin (F.Gülen’in) arzusudur. Sevgi ayrıca sonsuz fedakarlık manasına gelmektedir.” (Elizsabeth Özdalga, “F.Gülen’in izinde Üç Kadın Öğretmen anılarını anlatıyor.” 130-138)
Yazıyı okumaya devam edelim:
“Özdalga’nın dediği gibi, “evrensel sevgi”, dünya görüşünde önemli bir yer oynuyor. Diyaloğun niçin bir tutku hâline geldiği ve okulların niçin açıldığı da anlaşılır hâle geliyor.”
Evet, okulların hangi misyonun paralelinde işlemek üzere ve kimlerin güdücülüğünde açılıp saçıldığı ve yayıldığı, artık çok iyi anlaşılabilmelidir.
Devam:
“Bu tutum, hıristiyan misyonerlerinin tutumunu andırıyor. Temel kavram sevgi de, onlarınkiyle aynıdır. Gülen cemaatinin hizmet gören gençleri, hiç şübhesiz müslümandır. Fakat iki din arasındaki ayırım ve farklılık, o kadar incelmişdir ki, her an yırtılmaya hazır bir sigara kağıdına dönüşmüşdür. Marmara Üniversitesi İlâhiyat fakültesinde okuyan ve müslümanken hıristiyanlığa geçen bir kız öğrenciye, kendisini cezbeden şeyin ne olduğunu sormuştuk, “sevgi” demişti. İslamiyet’de bu sevgiyi bulamadığını söylüyordu.”
Elbetdeki söyliyecekdir, çünki, “nefsin” ağırına giden ve vahye müstenid bütün yasak ve emirlerin, önünden kaldırıldığını ve bunun da, “sevgi” adına yapıldığını duyan ferd, buradaki müthiş yalan ve kandırmacayı tabiidir ki göremiyecek; ve bu tahrifle elde edilen “sevgiyi”, beklenen ve ideal sevgi olarak kolayca yutabilecekdir…
Yümnü Sezer’in kitabından devam ediyoruz:
“Cemaat mensubu genç eğitimciler için, “cemaat mensubu olmak”, kendi hayatının her şeyi kapsayan bir hümanist felsefe etrafında inşa edilmesi gerektiği manasına geliyor. Bu felsefe bütün varlığımıza nüfuz etmelidir ve din veya din seçimi bundan sonra gelir. Özdalga bunu, Max Weber’in, dini, aklî veya aklî-değer bir seçim olarak görmesine benzetiyor. (A.g.e. 140) Genç öğretmenler gerçekten, bunu ifade etmişlerdir. Genç hanım öğretmen şöyle diyor: “14-17 yaşları arasındaki çocuklara ahlâk ve âdâb-ı muâşeret öğretmek yeterlidir. Din konusunu bu yaştaki çocuklara açmak çok erken. Bu kadar erken bir yaşta (14-17) çocukların zihinlerine bu gibi fikirleri işleme, sıklıkla geri tepiyor. Yapacağınız en iyi şey, iyi bir örnek olmak. Kendi dini görüşümü çocuklara aşılamaya gelince, hayır bunu yapmıyacağım.”
Cemaat ileri gelenlerinin, “dînî bir hizmeti” her fırsatda reddederek; “insânî bir hizmeti” esas aldıklarını ısrarla dile getirmeleri ve (14-17) yaş arasındaki gençlerin hiçbir dînî mükellefiyet altında olmamaları ve tam tersine nefislerine çok hoş gelecek “Türkçe Olimpiyatları” kabilinden dans ve şarkılar; gögüs, kalça ve göbek çalkalamalarına kadar geniş bir dindışılık içinde tutulub talimden geçirilmeleri, onların hangi standartlara göre yetiştirilme mecbûriyyetinde olduklarının en güzel misâlini teşkîl eder… Üstelik de bu, “kendi dînî görüşümü çocuklara aşılamıya gelince, hayır bunu yapmıyacağım” gibi ince bir gizlenme ve yalan ile yapılmaktadır!. Zaten bu yapılanlar ve tatbik edilen usuller, “o dînî görüşün bir gereği” olarak yapılmaktadır! Çocuklara, her yaşda dînî terbiye verilmesini İslâmiyyet şart koşarken, onun bu şartını kesib atmak, acebâ neyin ve hangi inançların hesâbına ve hangi misyoner taktikleri ile yapılmaktadır?. Ve bunlar, müslüman çocukların alması şart olan DÎNÎ terbiyelerini zor ve baskı ile yok etmek olmamakta; ve sanki bu, çocukların bir hakkı imiş gibi gösterilmektedir ki, bu da, cidden büyük bir aldatma, gözkülleme ve ahlâkdışılıkdır…
Görüldüğü gibi, bu “hizmet karakter ve hareketlerinin” temelinde, İslâmiyyet ile aslâ değil ama, hıristiyan misyonerlerinin uslub ve usulleri ile “hizmet” yatmakda; ve bu da, artık saklanılamıyacak kadar aleniyyete dökülmüş bulunmaktadır…
Aynı yazı devamla şöyledir:
“ Din, Ferdin kendi kendine karar vermesi gereken farklı bir deneyim türüdür. Bu sebeble bu konuda öğretmenler olarak bizim vereceğimiz bir şey yok. (A.g.e.156) Diyaloğun manası, hedefi, metodu, ancak bu hanım öğretmenlerinki kadar güzel ve doğru anlatılabilir ve bu kadar güzel ve canlı örnekler de bulamayız. Özdalga kendi araştırmasının, kişisel ifade düzeylerinin üzerine çıkmamakta olduğunu söylüyorsa da, bu bize yetiyor ve başka yerdekilerle birleştirdiğimiz zaman, sağlam bilgiler ve yorumlar olduğunu anlamakta gecikmiyoruz.” (sh. 123-24)
T.C. ruznâmesini haftalardır çok çirkin bir şekilde işgâl eden “dersâneli” sokak üslublu tulumbacı kavgalarının, basit bir takım hadiselerin, muârızlarına karşı kullanılmalarıyla aslâ izah edilir tarafı olamaz. İki taraf da, saltanat kavgasından ve kendi hedeflerinin T.C.’de hâkimiyyetinden başka bir şey düşünmemektedir. Mâzîde, aralarından su sızmıyan taraflar, bugün, hâkimiyyet ve payın büyüğüne de değil, tamâmına sahib olma hırsı içine girmişler ve yolları tamamen ayrılır olmuşdur…
Ancak bu, esasda ve özde bir ayrılış değildir. İki taraf da, Haçlı dünyâsının güdümündedir. Ancak, biri, “Zapetero’lu bilmem neli medeniyetler ittifâkı” şarkıları söyliyerek siyâsî; diğeri ise, kilise dümen suyuna girmiş ve “papalığın icadı hoşgörü ve diyalog” ağzını ve misyonunu konuşturarak ve hümanist ilâhiler söyliyerek yol alacağı hülyâları içinde, rûhânî ve ruhbânî!
Haçlı güdümündeki beraberlik sebebiyle hükûmeti elinde tutanlar, 11 senedir, şimdiki azılı muârızlarının her şeylerini iyi ve güzel görerek onları alabildiğine şımartmışlar; ve bugün önlerinde zorlanır ve zor durur hâle gelmişlerdir. Gülen’in sağ tarafında Erdoğan, sol tarafında ise müteveffâ diyalogcu ve cemaat aydını Toktamış olduğu halde, üçünün de aynı kare içindeki resimlerini, yukarıya aldığımız “Küresel Barışa Doğru” nâm kitabın kapağında da apaçık görmek mümkindir!
Ecdâd diliyle “idâre-i avâm” denen, dembokratik, cümhûrî ve Bâtıl Batı ırsiyeti olarak taklid edilen hükûmetlerin; ve koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi olan ve hoca geçinen günümüz sığ ve sahte adam ve madamlarının elinde kalan gezi zekâlı cemiyetler (toplumlar), elbetdeki TOP ATACAK; ve iğtişâş, tezebzüb, tereddî, tefessüh ve tenâkuzlar içinde sağa sola savrularak, âkıbetlerinden (kaderlerinden) aslâ kaçamıyacaklardır.. Allâh Azze’nin kelâmı, ne kadar yalandan münezzehse ve târîhdeki nice misâlleri, apaçık, mü’min, münâfık ve gâvurların önüne koymuşsa; bu da, o kadar riyâzî kat’iyyetle önümüzde duran, bedâhet derecesinde bir hakîkatdır…
(İlk intişârı: 28.11.2013)