Tayyar Tercan Yazdı; Ehl-i Sünnet Düşmanlığı!
8 Ağustos 2017
Cemaleddin Afgani’nin Gerçek Yüzü
11 Ağustos 2017

‘Camileri Ahır Yapan Zihniyete Yazıklar Olsun…’

Ahmet ANAPALI

 

Ülke genelinde son günlerde Müslüman kardeşlerimizin üzerinde uygulanan vahşi katliamlar sanırım hepimizin baş gündem konusu. Fakat, bu gündemin yanı sıra alt gündem maddelerinden biri de tek parti döneminde yani 1923 ile 1950’li seneler arasında bu ülkede yapılan icraatların en fenası olan ve İsmet İnönü döneminde yoğunlaşan camileri kapatmak, “depo”, “ahır”, “lokal”, hatta “tuvalet yapmak” cinayetidir.

İstanbul’un 1453’de Müslümanlar tarafından fethedilmesinin bir nişanesi olan Ayasofya Camii, 24 Kasım 1934 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilmiştir. Bu durum, hukuka aykırı ve millî iradeye zıt düştüğü için tarihî onurumuzu yaralamıştır. Bu faaliyet hiçbir hukukî dayanağı olmadıktan başka, milletimizin bağrına saplanan bir hakaret hançeri işlemidir.

Ayasofya, 24 Kasım 1934 tarihinde çıkan bir Bakanlar Kurulu kararı ile müze olmuştur. Fakat, işin enteresan tarafı, altında Atatürk’ün imzası bulunmaktadır. Atatürk’ün o dönemlerde attığı imzalara bakılacak olursa, bu kararnamenin altındaki imzanın başka kararnamelerdeki imzalara pek benzemediği çok rahat görülebilir. İmzalar krizinin ülkemizi sardığı bugünlerde bu durum gerçekten hayretlere şayan bir durumdur.

İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed Han’ın, fethin bir nişanesi olarak camiye çevirdiği ve kapısını Allah Teala’nın ‘Ya Fettah’ (Kilitleri açan) ism-i celili ile açtığı Ayasofya Camii, İstanbul’un 1920 senesinde İngilizler tarafından işgal edilmesinden sonra şımaran Rum ahalisi tarafından tepesine bir ‘Altın Haç’ takmak suretiyle kiliseye çevrilmeye çalışıldı. Bu hadiseyi öğrenen Osmanlı Sultanı Mehmed Vahideddin Han, kendisini ve Yıldız Sarayı’nı korumakla görevli bir tabur askeri Ayasofya Camii’ne göndererek bu mukaddes emaneti korumuş bu esnada kendisi korumasız kalmıştır. Camii’nin padişah askerleri tarafından kuşatıldığını öğrenen Rum ahali bu teşebbüsten vazgeçmiştir. 1920 senesinde kilise olmaktan kurtulan Camii, 14 sene sonra müze olmaktan ne yazık ki kurtulamamıştır.

Mimar Sinan’ın talebesi ve Sultan 1. Ahmet’in Baş Mimarı Sedefkâr Mehmet Efendi tarafından yapılan ve tüm sanat tarihçilerini kendine hayran bırakan, çini ve mozaiklerinin renginden dolayı da ‘Mavi Camii’ unvanını alan Sultanahmet Camii, İsmet İnönü zamanında yani 1939 ile 1945 tarihleri arasında, Anadolu’dan toplanan Trakya sınırına gönderilecek olan erlerin sevkiyat durağı (geçici yığınağı ve barınağı) olarak kullanılmıştır.

O muhteşem yapının içinde altı sene boyunca aralıksız olarak ocaklar yakılmış, yemek pişirilmiş, çamaşır kazanları kaynatılmıştır. Bu arada şaheser çinilerin çok büyük bir kısmı, yanmış, dökülmüş veya kararmıştır. Üstelik bu tarih katliamının karşısında İnönü döneminin her hareketini savunmayı üstüne vazife bilen o malum güruhtan bir zevat, bu durumu kabul etmekten başka çare bulamayarak, “evet camileri öyle yaptık ama hele bir sorun neden yaptık” ciddiyetsizliği içerisinde çalınan minareye kılıf aranırcasına bu çirkinliği savunmaya kalkışmıştır.

Yıllarca CHP’de görev yapmış, İnönü’nün yakınında bulunmuş, Necati Karakaya’nın anlattıkları ile Tufan Türenç, “Çirkin İftira ve Gerçek”, adlı yazısında, şöyle diyor;

“Evet! Gerçekten de CHP ve İsmet İnönü, 1939-1946 arasında Türkiye’deki bazı camileri “depo” yapmış, bu camilerin kapısına “kilit” vurmuş, etrafına “asker” dikmiş ve bu camileri ibadete kapatmıştır. İsmet İnönü, II. Dünya Savaşı’nın devam ettiği 1939-1946 yılları arasında, Türkiye’ye yönelik muhtemel bir saldırıda, camilerin hedef alınmayacağını düşünerek, müzelerimizdeki “tarihi” ve “dini” değeri olan eserleri, zarar görmemeleri için, bazı camilere koydurarak koruma altına almıştır. Evet, İsmet İnönü, 1939-1946 arasında bazı camileri “depo” yapmıştır, ama bu depolar, Kutsal emanetler, Hz. Muhammed’in sancağı, kılıcı, hırka-i saadeti, Hz. Osman’ın kanlı Kuran’ı Kerim”i gibi “dinsel ve tarihsel” değeri olan eşyaların deposudur. Bu nedenle gerçek bir Müslümana düşen görev, bu davranışından dolayı İsmet İnönü’yü “kınamak” değil, “kutlamaktır” Ne kadar lakayt ve samimiyetsiz bir istek değil mi? Şimdi bu durum karşısında biz Müslümanlar İnönü ve ekibi için Allah’tan rahmet-i ilahi isteyecekmişiz ne tuhaf….

Yazar devam ediyor ve diyor ki; evet İnönü camileri cami olarak kullanmayarak depo haline getirdi ama Menderes’te aynısını yaptı. Ona neden laf edilmiyor? Yanılıyorsun sayın bay yazar. Biz kendisini Mukaddes Emanet”in emanetçileri görenler Menderes’i de kınıyor ve yıktığı camiler için onun adına Allah’tan af diliyoruz. Üstelik rahmetli Başbakan Adnan Menderes sizinkilerin yaptığı gibi, camileri depo, saz evi, tuvalet, ahır olarak kullanmıyor, sadece yol genişletme veya şehir planlaması gereği yıkıyor. Biz sizin gibi hadiselere subjektif bakmıyoruz. Sizin İnönü’yi savunduğunuz gibi savunmuyor tam tersi kınıyoruz.

Camilerin meyhane veya ahır yapılması gibi uç örnekler üzerinden tartıştığımız meselenin böyle bir çerçevenin içinde durduğunu bilmekte fayda var. Yani camiler kazara ahır veya depo ya da cezaevi yapılmış değildi. Devrin zihniyeti böyleydi. Mesela Bugün tekrar inşa edilmiş olan Sirkeci Garı’nın bitişiğindeki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii yıktırılarak yerine ne yapılmıştı dersiniz? Durun ben söyleyeyim; “Sazevi” yapılmıştı.

1960’lı yılların muhafazakâr basınını karıştırdığınızda dinî ve tarihî eserlere reva görülen bu tür fena muamelelere ilişkin bol bol malzeme bulmanız mümkün. Bunların içinde “ahır” tartışmasına katkı sağlayacak bir örnek, Maraş’tan gelmiştir: 1945 yılında Maraş Türkoğlu Cumhuriyet Mahallesi’ndeki Ulucami kapatılmış, caminin açık bırakılan kapısından içeri giren hayvanlar burasını ahır haline getirmişlerdir. Antalya’da Selçuklu eseri olan Yivli Minare Camii’nin de, Osmancık ilçesindeki Akşemseddin Camii’nin de ahır olarak kullanılmıştır. Bursa’daki Mollaarap Camii askeriyeye verilmiş, onlar da ibadete kapatıp altını ve çevresini at ahırı olarak kullanmışlar. Bingöl’ün tek camisi olan İsfehan Bey Camii buğday deposu ve hayvan tavlası haline getirilmiştir. Bu katlima, bu şuursuzluğa devrin tek parti gazetesi bile dayanamamış isyan etmiştir. 20 Nisan 1936 tarihli “Cumhuriyet”in haberi şöyle:

“Bu ne insafsızlık. Seferihisar’da tarihî bir cami ahır yapılmış!”

Habere göre İzmir Seferihisar’da bulunan Hereke köyündeki II. Bayezid zamanından kalma bir tarihî cami tahrip edilmiş ve ahır haline getirilmiştir. Sadece cami değil, medrese ve kütüphanesi de bulunan bu viranenin bazı parçaları inşaatlarda kullanılmıştır habere göre.

Yine 23 Mayıs 1948 tarihli “Cumhuriyet” gazetesi şöyle bir başlık atmış: “Cami hiç ahır olur mu?” Gazetenin “Hem Nalına, Hem Mıhına” köşesinde çıkan yazıya bakılırsa İstanbul’un Silivrikapı semtinde Sitti (yazıda yanlışlıkla Sünni diye geçiyor) Hatun Camii’nin yanından geçmekte olan bir doktorun dikkatini bir şey çeker. Harap haldeki caminin kapısı önünde tek atlı bir muhacir arabası durmakta, kapının yanında da bir “gecekondu odası” bulunmaktadır. Etraftakilere sorar doktor. “Burası nedir?” Öğrenir ki, camiyken harap olmaya yüz tuttuğu için Vakıflar İdaresi burayı kiraya vermiştir. Kiralayan kişi de camiyi ahır olarak kullanmaktadır. Sorduğu kişiler, şikâyet edildiği halde kimsenin ilgilenmediğinden şikâyete başlarlar. Doktor, kapısı açık olduğundan birkaç adım ilerleyerek içeriyi inceler. “İçinin samanlık, beygir ve inek ahırı olduğunu” bizzat görür. Şöyle yazar:

“Atalarımızın binbir itinayla yaptırıp bize yadigâr bıraktığı böyle mabedlerin harab olmasına lakayid kalıyoruz, sonra da ahır olarak kullanıyoruz.”

İşte Tek Parti Dönemindeki Camilerimizin Hali;

Sultanahmet Camii kapatılarak senelerce asker alma dairesi yapılmıştı. İçinde askerler yatıp kalkıyordu. İbadet yasaktı.

Diyarbakır Ulucamii depo yapılmıştı. Halk Ramazan’da olsun teravih kılmak için açmalarını istemişti ama Ankara’daki devletlulardan haber gelmişti, ‘Evlerinde kılsınlar’ diye!

Bursa’daki Alacahırka Camii’nin askeriyeye verildiğini, onların da camiyi yıllarca ahır olarak kullandıklarını bugün bile o mahallede yaşayanlardan hatırlayanlar var.

İstanbul Dolmabahçe Camii, müze yapılacak başka bir yer kalmamış gibi Deniz Müzesi yapılmıştı. 1960 darbesinden sonra askerler tarafından Yassıada İrtibat Bürosu yapılıncaya kadar da müzeydi (demek ki istenince uygun bina bulunabiliyormuş!).

Öte yandan 23 Temmuz 1940 tarihli “Yenigün” gazetesi Hatay’da hangi caminin kaç liraya satışa çıkarıldığını ilan etmiş. Buna göre Halebi Osmaniye Camii’ne 400, Kurmalı Mescid’e 120, Kantara Camii’ne 50, Sadık Efendi Mescidi’ne ise 100 lira değer biçilmiştir.

Hülasa, Hani Amerikalı askerlerin Bağdat’ta, ayaklarındaki botlarla bir camii’nin içinde yerlere uzandıkları görüntüsü İnternete düştü ve hepimizin yürekleri burkuldu ya, işte o Amerikalı askerler gibi bu memleketin askerleri de 1939 ile 1945 tarihleri arasında, tek partili dönemin ülkeye hakim olduğu seneler içerisinde tam 6 sene o güzelim Sultanahmet Camii’nin içinde yatmış-kalkmış ve olmaz işler yapmışlardır…

Bu vebal sanırım birilerinin başını öteki dünyada çok fena ağrıtmıştır veya ağrıtacaktır…

Vesselâm…

* Milli Gazete

* Milli Gazete










(17.09.2013)

Kaynak: http://www.timeturk.com/tr/2013/09/17/camileri-ahir-yapan-zihniyete-yaziklar-olsun.html

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir