Bir Gün ve Gecelik Namazları İâdesi Lâzım Gelir
9 Temmuz 2020
Nimet-i İslâm Ve Tütünün Hükmü
23 Kasım 2020

DÂR-I İSLÂM İLE DÂR-I HARBİN MÂHİYETLERİ

 

277-: Müslümanların eli altında hâkimiyeti dairesinde bulunan yerler birer dâr-ı İslâm’dır ki, ehl-i İslâm, oralarda emn ve emân içinde yaşayarak vazîfe-i dîniyelerini i’fâya muktedir bulunurlar.

Müslümanlar ile aralarında müsâleha ve muvâade bulunmayan gayr-i Müslimlerin hâkimiyeti altında bulunan yerler de birer dâr-ı harbdir. Bunların gayr-i Müslim ahâlisinden her birine «harbî» denilir.

278-: Bir dâr-ı harbin dâr-ı İslâm hâline gelmesi için yalnız bir şart vardır ki, o da o dârde İslâm ahkâmının icrâ edilmeğe başlamasından ibâretdir. Velev ki içinde onun eski gayr-i Müslim ahâlisinden ba’zıları mukîm bulunsunlar, velev ki o dâr, dâr-ı İslâm’a muttasıf bulunmasın.

Binâenaleyh İslâm mücâhidleri, gayr-i Müslimlere âid bir ülkenin herhangi bir beldesini feth ederek içinde Cum’a, bayram vesâir gibi İslâm ahkâmını icrâya başlasalar o belde bir dâr-ı İslâm’a tahavvül etmiş olur. Bu husûsda bütün Hanefî müctehidleri müttefikdirler.

279-: Bir dâr-ı İslâm’ın –Allâhü Teâlâ muhâfaza buyursun- bir dâr-ı harbe tahavvülü, İmâm-ı Â’zam’a göre şu üç şartın tahakkukuna mütevakkıfdır:

(1): Dâr-ı harbe muttasıf olmalıdır.

(2): İçerisinde şirk ahkâmı icrâ edilmelidir.

(3): İçinde evvelki emân ile emîn bir Müslim veya zimmî kalmamış olmalıdır.

Evvelki emândan maksad, Müslim için İslâmiyet’i cihetiyle, zimmî için de akdi zimmeti sebebiyle İslâm hükûmetinin kuvvetine müstenid olarak sâbit bulunan emniyet ve selâmetdir.

Bu üç şart tahakkuk etmedikçe bir belde veyâ bir ülke dâr-ı harb sayılamaz.

Bu kavle göre bir İslâm beldesi, mücerred ehl-i harbden birinin galebe ve istilâsiyle veyâ ahâlisinin bil’irtidâd ahkâm-ı küfrü icrâ etmesiyle veyâ içindeki ehl-i zimmetin nakzı ahd ederek tegâlübde bulunmasiyle dâr-ı harbe inkılâb etmiş olmaz. Meğerki mezkûr üç şartın üçü de tahakkuk etsin. (Bedâyi, Tenvir.)

280-: Yukarıda yazılı üç şartın tahakkukiyle dâr-ı harbe tahavvül eden bir İslâm beldesi, tekrar İslâm mücâhidleri tarafından feth ve istirdâd edilince evvelki hükmüne rücû’ eder. Ya’nî: arâzisi öşriyye ise yine öşriyye, harâciyye ise yine harâciyye olur. Kadîm ahâlisi, kable’l-kısme avdet edince mallarını meccânen alırlar, taksîmden sonra gelince de yalnız kıymetleriyle alabilirler.

281-: İmâmeyne göre her hangi bir İslâm beldesinde ahkâm-ı küfr icrâ edilmeğe başlandığı, ya’nî: harbî bulunan nâfizü’l-hükm bir hükümdârın istilâsına ma’rûz kaldığı takdîrde dâr-ı harb hâline gelmiş olur. Çünkü bir dârın bir dâr-i harb olması; gayr-i Müslimlerin meneası, kuvveti, ordusu i’tibâriyledir. Bunları da nâfizü’l-hükm olan hükümdârları ve hükûmetleri temsîl eder.

Binâenaleyh hükümdârı harbî olan her hangi bir ülke, bir dâr-ı harb bulunmuş olur. Velev ki dâr-i İslâm’a muttasıf olsun. Müftâ bih olan da budur. Nitekim bir fetvâda şöyle denilmişdir:

Bilâd-i İslâmiyye’den bir beldenin civârında vâki’ karyelerde mütemekkin olan zimmîler, itâat-i veliyyü’l-emrden bilkülliyye hurûc edib ba’zı bilâd-ı İslâmiyye’ye istilâ ve müslimîn ile muhârebe için temekkün ve tehayyüz eyleseler bu tâifenin karyeleri şer’an dârü’l-harb olub haklarında harbî ahkâmı cârî olur. (Mecmûa-i Cedîde, Dürer, Dürrü’l-Muhtâr, Hindiyye.)

(Şafiî fukahâsının beyânına nazaran dâr-ı İslâm şöylece üç kısımdır:

(1): Müslümanların ikâmet etdikleri beldeler.

(2): Müslümanların feth edib eski ahâlisini içerisinde bir cizye mukâbilinde iskân eyledikleri beldelerdir. İslâm hükûmetinin istilâsı altında bulunması kâfîdir.

(3): Evvelce Müslümanların ikâmet edib bilâhare gayr-i Müslimlerin zabt etdikleri beldelerdir. Müslümanların bu beldelere olan kadîm istilâları, bunlarda dâr-i İslâm olmak hükmünün istimrârı için kâfîdir.

Demek oluyor ki: bir belde bir kere dâr-ı İslâm oldu mu, artık ondan sonra mutlaka, ya’nî: gerek bilâhare oraya gayr-i Müslimler, müstevlî olsunlar ve gerek olmasınlar ve orada Müslimlerin ikâmetine gerek müsâade etsinler ve gerek etmesinler orası, dâr-ı küfr, dâr-ı harb hükmünde olamaz. Tuhfetü’l-Muhtâc)

[ Ömer Nasûhî Bilmen, Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kâmusu, c:3, sh: 369, 370, 371 ]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir