Görmez Müslümanları Da Görmez Bilmesin
26 Ocak 2012

Allâhu Teâlâ, Bakara sûresi 256. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurur: "Dinde ikrâh (zorlama) yoktur. Doğruluk, sapıklıktan

“İKRÂH (ZORLAMA) DÎNDE YOKDUR”

Ahmed ZIYÂ

 

 

Allâhu Teâlâ, Bakara sûresi 256. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurur:

“Dinde ikrâh (zorlama) yoktur. Doğruluk, sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Artık her kim şeytana küfreder, Allah Teâlâ’ya imânda bulunursa kopması bulunmayan bir kulpa yapışmış olur ve Allah Teâlâ semi’dir, alîmdir.”

Bizim üstünde durmak istediğimiz nokta, bu âyet-i kerîmenin:“Dînde zorlama yokdur!.” kısmıdır. Bir müslümân bu cümleyi nerede ve nasıl kullanmalıdır? Kendisine emr-i ma’rûf nehy-i ani’l-münker yapıldığında muhâtabını susdurmak için kullanabilir mi?

Evvela, cümleyi Dînde zorlama yokdur! şeklinde değil,Zorlama dînde yokdur olarak kurmamız icâb etdiğini Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi hazretlerinden öğreniyoruz.

Aralarındaki farkı da şu şekilde izâh ediyor:

“Sade dîne değil her neye olursa olsun cins-i ikrah dîn-i haqq olan İslâm’da mevcûd değildir, dâire-i dînde ikrâh menfîdir. … Hâsılı nefy veya nehy edilen ikrâh yalnız dîne ikrâh değil, her hangi bir şeye olursa olsun cins-i ikrâhdır. Yoksa dînde dîne ikrâh yokdur amma dünyaya ikrah olabilir demek değildir. Belki âlemde ikrah bulunabilir amma dînde dînin hükmünde, dînin dairesinde olmaz veya olmamalıdır. Dînin şânı ikrâh etmek değil belki ikrâhdan korumakdır.”[bkz: Elmalılı tefsîri c:1 sh:860]

Bu âyet-i kerîmenin “Dînde ikrâh (zorlama) yokdur!” kısmı nefislerin hevâ ve heveslerine göre te’vîl ediliyor.

Bizim vazîfemiz âyetlerden hüküm çıkarmak değil; Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat ulemâsına kıl kadar bile olsa muhâlefet etmemekdir. Bu âyet-i kerîme kimler için inzâl olmuş, sebeb-i nüzûlü hangi hâdise imiş, müfessirler bu âyeti nasıl tefsir etmişler? Bütün bu sualler bilinmeden, bizim ne bu âyeti, ne de bir başka âyeti anlamamız mümkün değildir.

“Beyzâvî’nin beyânına göre bu âyet-i kerîme kitâbî ve gayr-ı kitâbîlere şâmildir. Ensârdan bir zâtın iki oğlu Rasûlullâh aleyhisselam’ın bi’setinden evvel Nasârâ dînini kabûl etmişler ve İslâmiyyet’in zuhûru üzerine pederleri, oğullarını İslâmiyyete girmeye icbâr edib (zorlayıb) onlar da kabul etmeyince Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e icbârını teklif etmesi üzerine bu âyetin nâzil olduğu ve oğullarının halleri üzerine terkolundukları mervîdir.” [bkz: Hulâsatu’l-Beyân c:2 sh:477]

İslâm dîni bir gayr-ı müslimin ikrâh ile imân etmesine muhtac değildir. Tebliğ ve teklif etdikden sonra kararı kendisine bırakır. Kendi dîninde kalmaya ısrâr ediyorsa zorlanmaz. Dâr-ı İslâm’da müslümânların halîfesi ondan cizye alır. İslâm hükûmetinin hâkimiyyeti altında her türlü emniyeti te’mîn edilerek yaşar. Artık o, İslâm hükûmetine Cenâb-ı Hakk’ın bir emânetidir. Dâr-ı İslâm’ın îmân ve ibâdet husûsundaki kânunlarına itâati istenmez. Ona zorlama yapılmaz. Ancak İslâm devletinin siyâsî, iktisâdî, ictimâî, hukûkî ve askerî hususlardaki haram yasak ve hudûdlarını aslâ ihlâl edemez. Karışıklığa ve fitneye sebebiyyet veremez. “Fakat her kim olursa olsun ahdinde durmıyanlar da cürmüne göre cezâsını görür. Birrıza (rızası ile) kabûl-i İslâm etdikden, Allâh’a ve Peygamberine ahid verdikden sonra döner irtidâd eder de tevbe etmezse mücâzât edilir ki bu bir ikrâh değil, nakz-ı ahdin netîce-i zarûrîsidir.” [bkz. Elmalılı tefsîri c:1 sh:863]

İkrah, bir kimseye hoşlanmadığı rızası ile kabûl etmediği bir işi, fiilî bir tehdîd ile zorla yapdırmasıdır.

Demek ki İslâm dîninin hâkim olduğu bir dârda, dâr-ı İslâm’da sadece dînde değil, hiçbir hususda ikrâh yapılmaz. Bizim dînimiz ikrâhı (zorlamayı) kötü görür. Bir insanın ikrâh ile getirdiği imânı kabûl etmez. Bu îmân îmân-ı hakîkî değildir der. İkrâh ile yapılan ibâdetleri de kabûl etmez. Çünki başkasının zorlamasıyla, tehdîdiyle zahiren (dışarıdan) müslüman görünen kişi, bâtınen (içinden) îmân edememiş olma ihtimâlini devamlı üstünde taşır. Belki diğer müslümanların kalblerinde şübhe uyandırır. Uhuvvet zedelenir. İslâm zâhire göre hükmetdiği için o kişiye artık kâfir de denemez. Hâli ortaya çıkıb şübhe yok olana kadar takib edilir.

Zîrâ bir kimsenin müslüman olabilmesi için, kalben rıza ile kelime-i tevhîdi tasdîk ve dil ile de ikrâr etmesi; ve zarûrât-ı dîniyyenin tamâmını tasdîk ve tahsîn etmesi (güzel görmesi) şartdır. Aksi takdirde İslâm dâiresine girmiş sayılmaz. Müslümân olamaz. Kalb ile tasdik ve tahsîn etmek de dışarıdan görülemez. Bunu ancak Allâhu Teâlâ bilir. Bu sebebe binâen dâr-ı İslâm’da ikrâh yasaklanmışdır.

“Dînde ikrâh (zorlama) yokdur” deyince, hiçkimseye teklif, ceza ve ıkâb yokdur demek anlaşılmasın. Elbetde rüşdün ğayden (doğruluğun sapıklıkdan) kat’ıyyen ayrılmış bulunması, hılâf-ı dîn harekâtda muhakkak bir ıkâbın mütebeyyen (cezânın ta’yîn edilmiş) olmasındandır.” [bkz. Elmalılı tefsîsi c:1 sh:862]

Bir gayr-ı müslim, ahdini bozarsa veya bir müslüman irtidâd ederse bittabî cezaya müstahak olurlar. Meselâ bir müslümân (Allâh korusun) mürted olursa evvela tevbe etmesi istenir ve varsa şübheleri giderilir. Eğer kabûl etmeyib küfründe inâd ederse îdâm cezâsı verilir. Bu, ikrâh (zorlama) değil bir cezâdır.

“Nitekim bir milletin efrâdından olan her hangi bir şahıs da o milletin kânunlarına muhâlif hareketinden dolayı cezaya uğrar, bu ceza, bir cebir ve ikrah sayılmaz, onun kanâat-i vicdânîsine müdâhale addedilmez. Böyle bir cezâ; selâmet-i âmme nâmına bir hikmet ve maslahat muktezâsıdır.” [bkz: Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe Meâl ve Tefsîri c:1 sh:269]

Bir müslümanın, bir farzı yerine getirmediğinde, kendisine bunun müeyyidesini hatırlatan bir diğer müslüman kardeşini: “Dînde zorlama yokdur” cevabı ile susdurmaya çalışmasının ne kadar yanlış olduğunu bu âyetin tefsirinden anlıyoruz. Evet, “Dînde zorlama yokdur!” veya daha doğru bir ifâdeyle “Zorlama İslâmiyyet’de yokdur!”. Bu âyet-i kerîme yanlış yerde kullanıldığında ise işler birbirine karışır. Kur’ân-ı Kadîm’de geçen had cezaları ve fıkıh kitâblarımızda yerlerini almış bulunan ta’zîr cezâları “ikrâh (zorlama)” değildir.

Nitekim, birisine zorlama ile getirtilen imân, yapdırılan ibâdet, kıldırılan namaz, tutdurulan oruç Allâh’ın indinde kabûl görmüyor. Çünki kul bunu, kalben razı olmadığı halde, dışarıdan başka birisinin ikrâhıyle (zorlamasıyla) yapmışdır. Bu sebebe binâen zorla yapılan bu işden hiçbir kazancı yokdur. Mes’ûliyyet ikrâh edenin (zorlayanın) olur, mükrehin (zorlananın) olmaz.

“Fakat ikrahsız yapılmış olan küfr ü zulmün, fısk u ısyânın bi’l-ihtiyâr kazanılmış bir fiil-i mükteseb olduğunda da şübhe yokdur. Ve artık bu yapıldıkdan sonra onun netîce-i lâzımesi olan ceza ve ıkâb da fâilinin kendi kazancı kendi bir istihkâkıdır ki bunda ma’nâ-yı cebr u ikrâh tasavvur olunmaz, o kendi kendine zulmetmiş olur. Allâhu Teâlâ ise kemâl-i rahmetinden kullarının ne kendilerine, ne de başkalarına zulm u tecâvüz etmelerine râzı olmadığından onları korumak için hudûdlar ta’yîn etmiş, dîn ve ahkâmını bildirmiş “lâ ikrâhe fi’d-dîn” buyurmuşdur. [bkz: Elmalılı tefsîri c:1 sh:862]

————–

[Bu yazı, Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi, Muhammed Vehbi Efendi ve Ömer Nasûhi Efendi Hazretlerinin tefsirlerinden derlenerek hazırlanmışdır. Daha teferruatlı ma’lûmât için oralara mürâcaat edilebilir.]

(İntişârı: 23.09.2011)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir