(6) Sarıklı Politikacı Fesli Mısırzâdeyi Ziyâret Edince, Devlet Köpürdü; Chp Patladı, Madam İp’i Kopardı!
15 Aralık 2018
(1) Çanakkale Paralel Dinli Hâinlerle Geçildi…
17 Mart 2019

SARIKLI POLİTİKACI “FESLİ” MISIRZÂDEYİ ZİYÂRET EDİNCE, DEVLET KÖPÜRDÜ; CHP PATLADI, MADAM İP’İ KOPARDI!

(7)

 Ahmed SEYYİDOĞLU

 

Türkiyâ 1923’deki rejim (sistem) değişikliği ile Haçlı Bâtıl Batı’nın istediği ve zorladığı noktaya getirilerek, öylesine bir (ayar) yemişdir ki, söylenilenlerin tam aksine “yerli ve millî olmak” vasfını tamâmen kaybetmiş; yani kendi kendisi olmakdan çıkarılmış, bütün her şeyiyle Haçlı Avrupa’yı aksetdiren hılkat garîbesi bir HÂL iktisâb etmişdir. Bu i’tibârla bugün hiç kimse karşısındakini “Dışarıya bağımlı” diye ittihâma kalkışamaz. Çünki her politikacı, adı geçen sistemi kabûl etmekle, “Haçlı Batı’ya her şeyiyle bağımlı bulunduğunun isbâtı içinde yaşamaktadır!.

Oguste Comte’un felsefesi, Durkheimz ve Gökalp üzerinden resmî sultanın yani “kurucu ve kavurucu irâdenin” ruh ve inanç temellerini meydana getirib onları da Ankara’ya çakınca, DİB denilen yer, zarûrî olarak aynı felsefe üzerinde vücûd bulmuş ve bu istikâmetin bir hizmetkârı olmuş olacakdır!.

Bu hakîkatları, bazı cumbokrasi “düşünür, üşünür, elit ve proflarından” görelim. Bir internet sitesi neşriyâtını deşifre ederek, evvelâ o sitenin doğru bulduğumuz fikirlerini ve sonra da onun nazara verdiği bazı cumbokratların itiraflarını aşağıya alalım:

“Âlemlerin Rabbi yüce Allâh’ın hükümranlığına karşı bayrak açan ve Allâh’ın hükümleri yerine batıdan ithal etdiği hükümleri dayatan cumhuriyet rejimi, bir yandan İslâm’a açıkça cebhe alırken, diğer yandan da dinde reform girişimleri başlatarak İslâm’ı aslî yapısından uzaklaştırmayı; ve kontrol edip kullanabileceği bir şekle çevirmeyi hedeflemişdir. “Yok edemezsen tahrif et veya bir ırmağı kurutamıyorsan yönünü değişdir” mantığı, İslâm’a karşı yürürlüğe konulmuşdur. İşte bu gâye ile Diyânet teşkilâtı Türkiye’de 3 mart 1924 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk’ün isteğiyle Meclis’in kabul etdiği 429 sayılı kânunla kurulmuşdur. Diyânetin kuruluş amacı, tamâmıyle devletin hizmetinde olan ve devletin istediği bir dîn anlayışı meydana getirmekti. Devlet kendi içerisinde, kendi aleyhine meydana gelecek bir güç gerçeğine şiddetle karşı olduğundan, dinle devletin birbirinden tamâmen ayrı olduğu söylenmeye başlandı. Bunun için de dîni kontrol altına alan bir teşkîlât kurmaları gerekiyordu. İşte bu yüzden diyânet teşkîlâtı meydana getirmeye karar verilmiş; ve bu teşkîlâtın eliyle, rejime müdâhale etmeyen ama rejimin müdâhalelerine açık bir din projesinin alt yapısı teşkîl ettirilmişdir.

Netekim Kemalist anayasa hukukçusu Profesör Dr. Bülent Tanör, Cumhuriyet rejiminin bir yandan dinle savaşırken, diğer yandan da diyânet işleri gibi bir teşkîlât kurmasını şöyle îzâh etmekde idi:

“- Diyânet işleri başkanlığı, teknik bir kamu hizmeti kuruluşu olarak çalışıyor. Rejimin talepleri doğrultusunda dînin kişiselleşmesine katkıda bulunuyordu. Yetkileri sınırlıydı, rûhânî bir otoritesi yokdu. İslâmî kurallar öneremez, teolojik araştırma yapamazdı, dinsel mülk sahibi değildi. Kısacası Diyânet İşleri Başkanlığı, laikleştirme politikasına dînen meşruluk kazandırma görevi yüklenmişdi. Devlet, dînin siyâsal ve toplumsal ağına karışması ihtimâline karşı Diyânet İşleri Başkanlığını kullanmakta idi.”

(Kaynak: Kuruluş Üzerine 10 Konferans Türkiye 1920 Sonraları, Bülent Tanör, Der Yayınları, 1996)

Diyânet İşleri teşkîlâtının ne için kurulduğunu açık bir şekilde anlatan laik sistemin akıl hocası ve düşünürü 1961 Anayasasının mîmarlarından biri olan Prof. Mümtaz Soysal’ın “100 Soruda Anayasanın Anlamı” adlı kitabındaki ifadeleri de, söylediklerimize ışık tutmaktadır. Mümtaz Soysal laikliğin ta’rîfini ve batı toplumlarında geçirdiği devirleri  tanımladıktan sonra, laikliğin önünde engel teşkil eden İslâm dîninin nasıl etkisiz hâle getirilerek devre dışı bırakıldığını şöyle anlatıyor:

“- Dînin, toplum içlerinden, toplumsal görevlerinden sıyrılıp vicdanlara itilmesi, kişilerin iç dünyâlarından dışarıya taşmayan bir inançlar bütünü sayılabilmesi… Bu, aynı zamanda, dünya işleriyle çok yakından ilgili olan Müslümanlığın kendi içinde de bir reforma girişmek demek… Bir bakıma, Atatürk’ün uygulamak istediği laiklik politikası, dîni, toplumsal olmakdan çıkarıp kişiselleştirirken, Müslümanlığın temel niteliklerinden birine de dokunmuş oluyordu. Lâik devlet, yalnız mezhebler arasında ayrım gütmeyen, resmî bir dîni olmayan, dînî kurallarla iş görmeyen bir devlet olmakla kalmamalı, aynı zamanda dînin, vicdanlara itilmesi için gerekli tedbirleri de alabilen devlet olmalıydı.”

(Kaynak: 100 Soruda Anayasa’nın Anlamı, Mümtaz Soysal, Gerçek Yayınevi, sayfa: 171)

Profesör Doktor Mümtaz Soysal’a göre:

“Devlet, laikliğin ön gördüğü bütün tedbirini aldı. Aldı almasına da, ancak İslâm dîni, büyük bir engel olarak lâikliğin karşısında olduğu gibi duruyordu. Çünki İslâm’da, hrıstiyanlıkdaki gibi din ve devlet işleri ayrı değildi.”

 Soysal bu gerçeği şu ifadelerle dile getiriyor:

“-İslâm dîni, dîn ile devlet işlerini ayırmak şöyle dursun, bunlarda tam bir kaynaşma getiriyor. Dîn, insanların iç dünyaları kadar, devlet konusundaki davranışları da kurallara bağlamak amacını gütmektedir. Bu alanda laikleşmeye doğru atılan her adım, eninde sonunda dînin (İslâmiyyet’in) kendisiyle çatışmaya kadar varıyor.” (A.g.e. Sayfa 172)

Konuşma şöyle devam ediyor:

“Lâik rejim, İslâm’la direkt olarak çatışmanın kendisine zarar vereceğini anlamışdı. Ancak bu engel kaldırılmalı ama çatışma olmadan bu iş halledilmeliydi. Çünki direkt olarak İslam’la çatışmada ısrâr etmek, lâik rejimin sonunu getirebilirdi. O halde laikliğe zarar verilmeden bu iş gerçekleşdirilmeliydi. Ve formül bulundu: İslâm, isim olarak var olmalıydı, fakat hüküm ve uygulama olarak kaldırılmalıydı. Lâik rejimin çok güveneceği bir teşkilat kurulmalı, bu kuruluş dînin vicdanlara hapsedilmesini en iyi şekilde yerine getirmeliydi. İşte Diyânet İşleri Teşkilâtı böylece kuruldu.”

(https://www.youtube.com/watch?v=tVcsxb_O1Kc)

Görülüyor ki adamlar o kadar sarîh, vazîh ve apaçık, i’tirâf ediyorlar: “Din kişişelleşecek ve vicdanlara hapsedilecek!”

CHP’li (Özgür Özer) nâm ve her yerde cenebazlığı duyulan bu pozitivist politikacı, şu ciddî beyanlardan pek sarîh ve vazıh anlaşılacakdır ki, hakîkatları tamâmen alt-üst etmektedir!.. Paşa, “Dîni doğru ve iyi bir şekilde öğretmek içün” bu DİB denen yeri kurmuş!.. “Dînin kişiselleştirilmesi ve vicdanlara hapsedilmesi”, onun, “Doğru ve iyi bir şekilde öğretilmesi” ile o kadar büyük bir zıddıyet teşkîl eder ki, buna ancak: “Dînin, sokakdan ve kamu sâhasındaki beşerî ve ictimâî hayatdan şiddetle çıkarılıb ademe mahkûm edilmesi” denir…

Paşa, bunlara göre hatadan, haramdan, fısk u fücurdan, günahdan, beşeri zaaflardan ve küfürden münezzeh bir tanrıdır!.

Bunu, kendi politik saltanat ve menfaatları içün 95 yıldır zerre kadar sıkılmadan  millete cebr ü ikrâhla ve zorbaca dayatdıklarından, bugün, o milletden bakıye kalan ulus veya halk denilen kalabalıklar da, bunları aslâ ciddîye almıyarak adı geçen fırkaya kat’iyyen iltifât etmemekde ve güvenmemektedir…

Bu i’tibarla, şer’an mu’teber olan sâlih ve cehennemden kurtarıcı (îmân-ı şer’îye cezm ve yakîn derecesinde sâhib olmak) bambaşka şeydir…

“Dîn ve Diyânetin” resmî yollardan nasıl ademe mahkûm edildiğini, bir de Müfessir Merhum Muhammed Hamdi Efendi’nin muhalled eseri  “Hakk Dîni Kur’ân Dili” nâm Tefsir’den görelim:

“Allâh ve Âhıret sözü etseler bile hakîkaten ve cidden gereği gibi inanmaz, Dünyâ, ilel’ebed kendilerinin imiş gibi farzeden ve âkıbet bir gün gelib yapdıkları fiillerden mes’ûl olacaklarına ehemmiyet vermez (…………….) ve Allâh ve Rasûlü’nün tahrîm eylediğini (haram kıldığını) tahrîm eylemez—haramdan kaçınmaz; Allâh’ın Kitâbı’nda Peygamber’in Sünnet’inde ve hatta kendilerinin ittibâını iddia etdikleri Kitâb’ın ve Peygamber’in hükmünde hürmeti sâbit ve ma’lûm olan şeylerin hürmetini tanımaz; haram, helâl ve muhterem her ne olursa olsun keyiflerinin istediği, güçlerinin yetdiği her şeye el uzatmayı mubah görür tecâvüz ederler (……………) Ve hakk Dîni din edinmezler—dinleri varsa da Hakk Dîni değil, hakperest değildirler. Dîn tanıdıkları, itaat ve teslîmiyyet gösterdikleri şeyler varsa bile hakkı tanımak, hakka teslîm olmak, hakk yolu üzerinde yürümek, ahkâm ve makâsıd-ı hukûkiyyeyi Dîn ve DİYÂNETİN en mühim mekâsıdından bilerek hakk ahkâmı, hakk Şeriatına i’tikâd ve itaat edib hukûku muhâfaza ve ahkâm-ı hakk ıle ihkâk-ı hakk ve icrâ-yı ma’dilet etmek, Ma’bûd-ı Hakk olan Allâh Teâlâ’yı ne zâtında, ne sıfâtında, ne de ef’âlinde ve ahkâmında evvel ü âhir hiçbir şerîk ü nazîr tanımamak; Hâlık ile mahlûk herşeyin hakkını vermek ve ona göre muâmele etmek ma’nâsına Hakk bir Dîn ve DİYÂNETLERİ (s.2504) hakkıyla bir DİYANET ve İslâm değildir. Hatta kısmen Hakk da olsa, Hakka muhtas olan hâlis bir Hakk Dîni ve DİYANETİ değildir. Hâlis muhlis Hakk Dîni olan İslâm ile tedeyyün etmez, şer’-i Hakk ile ameli kabûl eylemezler. Binâenaleyh dinleri bâtıldan, haksızlıkdan sâlim olmadığı gibi, dindarlıkları, dinlerine itaatleri de hakkı ile bir DİYÂNET ve itaat değil; Dîn nâmına bir çok haksızlık, zulüm ve tecâvüz yapmaya sâik bir gulüvv ve taassub veya hakk ve hukûk ile oynayan DİNSİZLİĞE MÜSÂVÎ BİR AHLÂKSIZLIKDIR.” (Hakk Dîni Kur’ân Dili, Muhammed Hamdi, c. 4, s. 2505, 1936 tab’ı)

İslâm Dîni, devlet ve hükûmeti de, namaz, cihâd, ahkâm-ı sultâniye, verâset, bey’ ve şirâ’, oruç, nikâh, teaddüd-i zevcât, verâset, kısâs, recm, ukûbât, mufârekât, müvellidât, v.s. gibi binlerce ilâhî kanûn ve kâideleri gibi, kendi içinde ve kendisine âid mutlak bir RÜKN olarak taşımaktadır. Hatta “hükûmet etmeyi”, sâir bütün aksâm, rükn ve topyekûn cüzlerinin yaşaması içün en ana sabeb ve âmir hüküm olarak vaz’etmişdir; ve bundan vaz’geçmesi, kendi kendisini fesh ü ifnâ ve imhâ etmek ma’nâsına geleceğinden, bu, onun “lâzım-ı gayr-ı mufârıkı= olmazsa olmazı” bulunmaktadır… Çünki hükûmet, İslâmiyyet’in bütün aksamıyla en kâmil derecede tatbîkini teftîş ile, onların yaşamasının en müessir te’mînâtıdır…

Bu i’tibarladır ki, İslâm Dîni’nin yani Allâh irâde ve hâkimiyyetinin mutlak sûretde zîşuur mahlûkâtı ile arzda yaşatılıb yaşanması ve hâkimiyyetinin idâmesi, ondaki bu (en âmir ve en şâmil hükmün) yaşatılmasına; ve bundan aslâ vazgeçemiyeceğini “en temel farzı olarak, îmân edenlerine” vaz’etmiş (hükmetmiş) olmasına; ve bunun icrâsına bağlanmışdır ki, bu, “Zarûrât-ı Dîniyye’den” olmak üzere kat’iyyen Allâh Celle’nin bir farzı ve emridir… Aksi hâlde, İslâmiyyet’in yaşayıb yaşanacağından bahsetmek, aslâ mümkin olamaz. Müslümanların, kat’iyyen hür ve müstakil olmaları yani mücerred Allâh’a ubûdiyyetde bulunub bunun dışında hiçbir ferd veya hükûmete kul-köle olmamaları, Allâh Azze’nin kat’iyyen emri iken; bunun, “Rabbin tevfîkâtına müstenid” bir hükûmet kuvvet ve kudreti olmadan kuvveden fiile çıkmasına ve devâmına imkân yokdur… Bu varsa İslâm vardır; yoksa yokdur… Ferd çapında müslüman olmak ile, bütün müessesâtı ile Müslümanlığın yaşayışı ayrı şeyler olub, Hükûmetsiz müslümanın müslümanlığı da, sâdece îman çapında kalıb; ictimâî topyekûn amelleri ise, Dâr-ı İslâm dışındaki “Hürriyetsizlik ve istiklâliyyetsizlikle mebsûten mütenâsib olarak” ne kadarsa, o kadardır; ve noksan amellerle yaşamakdır ki, bu da,  en asgarî noktadaki bir Müslümanlık bilinir!..

(Mâba’di var)

İntişârı: 22.12.2018 / 12:27:19

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir