Türkün 1000 Yıllık Yazısını Yasaklamak, Onun Dînini, Geçmişini (Varlığını) Yasaklamakdır!
3 Kasım 2018
Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm’ın Beşerle Mukâyesesi Mümkin Mi, Veya O’nu Tanımak…
20 Kasım 2018

ÖLÜM HERKESİ ÖLDÜRÜR; HİÇ KİMSE ÖLÜMÜ ÖLDÜREMEZ!

Ahmed SELÂMÎ (Dağıstânî)

ALLÂH Azze ve Celle Hazretleri ins ü cinni yaratmış ve onlara nasıl “Hayat” vermişse, “ÖLÜM” denen vâkıayı da, O, Allâh Azze ve Celle yaratmışdır… Her ins ü cin, başkan da, paşa da, başkumandan, başpaşa, taşpaşa, borupaşa, darbecipaşa, fetopaşa, natopaşa ve şâh u gedâ da olsa, “Ölümü tadacakdır!”

Gebermeyi tadanlara nisbetle “ölümü tadmak” bile bir mazhariyyet!

Doğuş ne kadar tabiî ve bir hakîkatse; ÖLÜM de o kadar tabiî ve bir vâkıa… Doğanı nasıl kudurarak karşılamıyorsak, ÖLENİ de o kadar kudurmadan; ÖLÜMÜ yaradan’a nemrutlaşma’dan, hayvanlaşmadan, Allâh’sızlaşmadan ve insan gibi, kul gibi, mahlûk olarak telâkkî mecbûriyyetindeyiz…

Ateist ve ataist seküler (dünyayatapar) gürûh, ÖLÜM ile, anlıyamadığı bir hiçlik tasavvuru çukuruna düşerek çırpındığı içün, ÖLÜM karşısında ne yapacağını bilemiyor; ve muvâzeneyi kaybedib ihtilâc içine yuvarlanıyor; ve en olmıyacakları yaparak, ÖLÜM karşısında ona küfrederek, sövüb sayarak, kendisini ÖLÜMSÜZLÜĞE BAĞLIYACAĞINI zannediyor, başlıyor sapıtmıya… Ne uydurma haçlı ritüelleri ve ne şeytânî tapınma karmaşası ki, akıl alacak gibi değil…

ÖLÜM ile istisnâsız her ins ü cin, ölümün yaratıcısına; canı verib sonra da alıcısına; ins ü cinnin ölümünü sâlisesine kadar evvelden bilene; o “Muhyî ve Mümit” olana; daha o mahlûkunun zerre miskâl bir hücresini bile yaratmadan dünyada onun ne zaman canının çıkacağını ezelden beri bilib “Levh-i mahfuzda” yazana ircâ’ edilecek, döndürülecekdir… Sonra da, o mahlûkunun sâlisesine (her ânına) kadar, yapdıklarının “Hesâbını” soracakdır! Hem de ne sorgu sual…

Ölüm işte bu, mutlak bir hakîkât, vâkıa…

Süleymân Aleyhisselâm bile (mevti) taddı… Kabûl gören duâsıyla Rabbi Teâla’ya meâlen şöyle yakardı:

“Bana öyle bir kuvvet, kudret ve saltanat ver ki, Kıyâmet’e kadar bütün insanlar benim o muazzam saltanatımı görsün, duysun ve “dünyâ Sultân Süleymân’a bile kalmadı” deyib, akıllı olsunlar; azıb kudurmasın, şirk ü tuğyâna bulanıb yoldan çıkmasınlar; dünyâya imtihan içün geldiklerini bir an bile hatırlarından çıkarmasınlar…..”

Süleymân Aleyhisselâm’ın İns ü cinden orduları vardı. Rüzgara hükmediyordu. Bütün hayvânâtın dilinden anlıyordu. Hâlık Teâlâ, kuvvet, kudret ve saltanat nâmına ne varsa O’na musahhar kılmışdı… Saba Melikesi Belkıs Validemiz’e Hüdhüd ile gönderdiği mektubunda:

“Bana kafa tutmayın ve Müslüman olarak, bana gelin!”

Ta’lîmâtını göndermiş; bugünün (insanataparları) gibi âciz bir mahlûka değil de, o dünyâlar cesâmetindeki güneşe tapan  Melîke, şems-i mahlûka TAPMAYI bırakmış, emre itaatla (Şems-i Ezelî’ Azze ve Celle’ye) îmân etmiş; ve  tacı-tahtı ile Kuds-i Şerîfe an içinde getirilmiş; Kâinâtın en saltanatlı ve kudretli erkeğinin (Aleyhisselâm) zevcesi olma şerefine; ve Kıyâmet’e kadar gelecek müslümanların (Mübârek vâlidesi) olarak da, nice rütbelerin nice  ulvîsine nâil oluvermişdi!

Hani nerde, “Süleyman Aleyhisselâm saltanatında, kuvvet ve kudretinde” bir başka Âdemoğlu?.

Allâh’sız dünyâ, Allâh’sız olduğu içün, böyle ikinci bir DEVLET ve HÜKÛMET  başkanı, şefi, hükümdârı, kralı, kraliçesi, imparatoru, şâhı ve imamı çıkarabilmiş mi?

Çıkaramamış… O’nun gölgesinin tırnağı kadar  olsun, bir BAŞKAN çıkarabilmiş mi? Allâh’sız dünyâ Onu da çıkaramamış!..

Neden acebâ?

Çünki O Nebî, Rabbi Allâh Teâlâ Azze ve Celle’ye tevekkül ve istinâd ile, her ni’meti ancak O’nun vereceğine îmân ediyordu. Nankörlüğü, “Hâzâ min fadlı Rabbî” diyerek kökünden kurutuyordu… O’nun Rabbi de, O’nun mâdem Yaratıcısı idi, dilerse, dilediği herşeyi “ol” diyerek ânında yaratır ve ihsân ederdi…

Karşı tarafda, o nankörler ve müşrikler cebhesinde ise kimler vardı?

Nemrutlar, fir’avnlar, şeddatlar, hâmânlar, bel’amlar, kârûnlar, ebû cehiller, moğollar, stalinler, hitlerler, itlerler ve şunlar bunlar. Bunlar ne oldu, mürûr-ı zamanla bir hiç…

Sâdece Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) isimleri, cisimleri, aziz hâtıraları ve yolları kaldı; da’vâları ve gösterdikleri hakîkatlar yaşadı, yaşıyor ve yaşayacak… İşte en güzel bir isbât vesîkası olarak bu da, Âdem Aleyhisselâm’dan beri, bir başka mutlak vâkıa olarak karşımızda durmuyor mu?

Hem de ne güzel isbat!

Onlar yaşarken, karşılarındakiler ölüp ölüp duruyor; durmadan ölüyor, ölecekler; ve kendilerince (HİÇ) olub gidecekler!.. Hiç olmak bile nasıl bir şey olmaksa!.. Bu hakk ve hakîkatları GÖREN ve İBRET ALAN hani?. İşte zulumât içindeki dünyâ iki ayaklılarının hâl-i pürmelâli…

İnsanlar o kadar kaçık ki, hep başkalarının (ölüsünü) görüyor da, bizzat kendi (ölüsünü) hiç görmiyecekmiş gibi, kendilerini dünyaya çakıb durmak içün ne merâsimler, ne israflar, ne bahâneler, ne masallar, ne ütopiler ve ne maskaralıklar peşine düşüyorlar, ne gülünç!.

Dünyâ’ya Zıyâiyye dergâhında gözümü açdım. Duvarlarda bir sürü levha.. Etrafımdakilerin dillerinde de bu levhalarda yazılanlar… Meselâ biri şöyle idi, rahmetli vâlidemden ne kadar sık duyardım:

“Çeşm-i ibretle nazar kıl, dünyâ misâfirhânedir,

Bir gelen bir dahî gelmez taaccüb kâşânedir.

Bir kefendir akıbet sermâyesi, şâh u gedâ;

Pes, buna mağrûr olan mecnûn değil de yâ nedir?”

Taaccüb! (Hayret!)

Hadîs-i Şerîf de  bakınız nasıl “Taaccüb” diyor:

“Taaccüb bütün taaccüb ona ki: Cenâb-ı Hakk’ın halkını görüb dururken, Allâh’da şekk eder. Şuna taaccüb olunur ki: Neş’et-i ûlâyı tanır da, neş’et-i uhrâyı inkâr eder. Şuna da taaccüb olunur ki, her gün her gece ölüb dirilib dururken ba’s ü nüşûru inkâr eder. Şuna da taccüb olunur ki: Cennete ve naîm-i cennete îmân eder de, yine dârü’l-ğurûr içün çalışır. Şuna da taaccüb olunur ki, evvelinin bulaşık bir nutfe, âhırinin mülevves bir cîfe olduğunu bilir de, yine tekebbür ve tefâhur eder.”

Taaccüb… Tekebbür… Tefâhur…

Ölümü, hep başkasının ölümünde görerek, her yıl mozale’ye dolarlar; fakat kendi “ÖLÜMLERİ” hiç olmıyacakmış gibi onu hiç göremezler, kendi ölümleri içün zerre kadar îmân edib hazırlık içine girmek akıllarına gelmez;  lâyık-seküler bir dünyataparlığı hep öne çıkararak “aslanlı yolda” yürür de yürürler… Sanki cihânın bütün ÖLÜMÜ oraya toplanmışdır!..

Taaccüb!

Öleni gör, ammâ kendi öleceğini görme, akletme, fikretme ve hayâlinde resmetme!.. Ölümden öylesine korkuyorlar ki, onu hep öteleyib, yanlarına bile yaklaştırmıyorlar; onu, hep başkası üzerinde görmenin mecnunları gibi olmuşlar!..

ÖLÜMÜ görüyorsan, bir kere da sağlığında kendi kabrine yürü, içine ayaklarınla giremesen de, murâkabenle gir, râbıta-i mevt ile ölümünü ve ölünü gör!. Bunu görmiyen adam olamaz, madam kalır!..

Tuğyâncı ve tâğûtîler ölümden hem çok korkuyor; hem de,  insanları ondan korkutuyor!. Korktukça da, ölümü, (ölüyü değil) ANMAK ve onu GÖRMEK imkânsızlaşıyor!. Şems-i Hidâyet Aleyhisselâm ise, “Sizin en âkıliniz, ÖLÜMÜ en çok ananınızdır!” buyurmuş; onu hiç anmak istemiyenlerin de, tahtında müstetir olarak “en ahmak” mahlûklar olduğunu cihâna tebliğ buyurmuşdur…

Sanki bu hayatın son noktasına, ÖLÜMÜ Yaradan, ÖLÜMÜ kopmaz çelik halatlarla bağlamamış!

Taaccüb!

Tekâsür peşinde fir’avnlaşan nefislerle saltanat sürmek, Süleymân Aleyhisselâm’ın saltanatına erişileceği vehmini (!) sanki onların tabiat-ı sâniyesi hâline getirmiş!

Tekâsür.. Taaccüb!

Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretleri, “Tekâsür” denilen eski ve yeni belâyı, ÖLÜMÜ anlamanın bir îzâhı hâlinde kaleme almış:

“TEKÂSÜR: Çokluk kurumu, ğurûru, iddiası… Kesretden tefâul… “Biz çoğuz, hayır biz çoğuz!” diye, yekdiğeriyle çokluk yarışı, çokluk gösterişi etmek, çokluk sevdâsı veya çokluk izhârı ile  kurumlanmak, tefâhur eylemekdir. (Kendisini mükemmel görüb kendi kusurlarından gaflete düşmek.) ki, Ehli Dünyânın umûmiyyetle kapılıb aldandığı bir ğurûr hâletidir…”  (c. 9, s. 6041, tab’-ı evvel)

Bugün ise, dembokratik ğurûr ve tefâhur patlaması, politikalarında sihirbazlık çatlaması yaşanıyor!

Taaccüb!

Ne kadar ahmakça, ne kadar boş iş, ne kadar ÖLÜMÜ GÖRMEMEK içün başı kuma gömmek… “Devekuşu seviyesinde insanız” demek kadar öyle bir irtifâ kaybı… Mutlaka gelecek ÖLÜM içün, kaçılan yere bir bakınız!. Çokluk denen kemmiyeti, keyfiyetin tepesine oturtub “kurumlanmak, yarış, gösteriş, sevdâ, tefâhur, aldanmak…”  Bunu, devlet ve hükûmet çapında cihânın gözüne sokmak…

Serâbı, ÖLÜMÜ yok edecek bir çâre gibi görmek!.. Yoksa, şu dünya delisi ve ahmağı Trump’ın son günlerde “Politika sihirbazlıkdır” diye doğruyu söylediği o sözündeki bir “sihirbazlık” mı var işin içinde!?.

Politika sihirbazlık olunca, politikacı da, sihirbaz yani (yok)u var, (var)ı yok etme (!) gözküllemesindeki şeytanımsılar veya daha doğrusu insî şeyâtîn olmıyacaklar mı?! Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri, “Politikacılar sihirbazdır” hükmünü 90 yıl evvel “Yarın Gazetesi” ile Garbî Trakya’dan bütün müslümanım diyen süslümanlara bağırıb çağırmış ve lâkin duyuramamış!. Merhûm, “İnsan tâcirleridir” diye de ilâve buyurmuş…

Gâvurlar, merhûmu süslümanlardan çok daha iyi tanır!.

Taaccüb!

Çok dikkatli ve azm-i kavî ile okunursa anlaşılacak olan Müfessir Merhûm’un satırları:

“…tekâsür… fânî dünyâda insanı aldatıb, Âhıret’e, yalınız hesâb, hüsrân, azab bırakacak olan ĞURÛR metâı şeylerin çokluğuyla tefâhür, demek…”  (c. 9, s. 6041)

Dikkatiyle ve lezzet alarak okuyacaklar içün Tefsîr satırları devam etsin:

“Ensâr kabilelerinden Benî Hâris ve Benî Hars tefâhur ve tekâsür etmişler. Bir taraf, bir tarafa : “Bizde fülân ve fülân gibiler var” demiş; diğerleri de öyle demişler… Böyle dirileriyle tefâhur etdikden sonra, haydin kabirlere GİDELİM demişler, varmışlar, bir taraf kabirlere işâret ederek, “Sizde fülân ve fülân gibiler var mı?” demiş, diğerleri de o sûretle mukâbele etmişlerdi…” (s.6041)

Her devirde görülen “oyun ve eğlence” patlaması… Çukura düşünce, şablon dâimâ bu…

Taaccüb!

Asırlar hatta binlerce sene de geçse, câhiliyye zihniyetlibir  kol, yok olmadan devam ediyor ve edecek!..

Tefsîre dönersek, “Hatta zürtümü’l-mekâbir” üç cihetden tefsîr edilmiş:

1) “…kesret da’vâsıyla ğurûr ve iftihâr sizleri öyle oyaladı, Allâh’a taat ve ĞADABINDAN korunmak içün yapılacak kârlı işlerinizden öyle alıkoydu ki, dirileri bitirdiniz de, hatta kabirlerdeki ÖLÜLERİ  saymaya, onlarla iftihâr etmeye kadar gitdiniz. Halbuki kabirleri ziyâret edenlerin çoklukla mağrurlanması, ÖLÜLERLE ÖVÜNÜB SEVİNMESİ DEĞİL, ONLARDAN İBRET ALARAK GAFLETDEN UYANMASI VE KIZGIN ATEŞDEN KURTULMAK İÇÜN MÎZANDA AĞIR BASACAK SALİH AMELLERE ÇALIŞMALARI İKTİZÂ EDER” demekdir…

2) “…. kabirlere gitdiniz, ÖLÜM lahzasına kadar, yani canlarınız çıkıncaya kadar ömürlerinizi öyle dünyâyı tutmak içün sarf etdiniz, boşuna eğlence ile geçirdiniz. Âkıbetiniz ve Âhıret’iniz içün sa’y ü amelde bulunmadınız. Sâdece mal ve evlâd çoğaltmayı düşündünüz. Nihayet ÖLÜM hâline geldiniz. ÖLMEK ve gömülmek üzere bulunuyorsunuz. Ey, öyle olan gâfiller! Sizler kendinizi kurtaramıyacaksınız. Cehennemi boylıyacaksınız….”

3) “….. o harîs kâfirler kabre girdikleri veya girecekleri gün o gafletden uyanacak, bütün ömürlerince çoğaltmak içün oyalandıkları fânî şeylerden ayrıldıklarını ve yalınız vebâlini yüklenib kaldıklarını göreceklerdir.” (s.6045)

O kol, o çizgi, hep böyle…

Taaccüb!

Anlıyarak, hece hece de olsa okuyalım:

“…. Fahreddin-i Râzî der ki: Bununla Allâh Teâlâ onları nefislerinden ta’cîb ediyor (hayrete düşürüyor) ki, şöyle demek gibidir: Siz ne büyük şaşkınlık ediyorsunuz! Farz ediniz ki siz ÖLÜLERİNİZLE daha çoksunuz! Fakat ondan ne çıkar, size onun ne menfaatı olur? Zirâ ziyâret bir mevzia gitmekdir. Bu ise birçok maksadlarla olur. Onların en mühimi ve riâyete en lâyık olanı KALBİ İNCELTMEK VE HUBB-I DÜNYÂYI İZÂLE EDEREK ÂHIRETİ DÜŞÜNMEKDİR. ÇÜNKİ KABİRLERİ MÜŞÂHEDE ETMEK ONU ÎRÂS EDER….. Sizler ise, aksini yapdınız, KALB KASVETİ VE HUBB-İ DÜNYÂYA İSTİĞRÂK (fir’avnın suda garkolması gibi dünyanın şirk dalgalarında garkolmak) İLE KABİRLERİ ZİYÂRET ETDİNİZ…… Bu âyet geçmişlerle çokluk taslamak ve onunla mübâhât (öğünmek) ve tefâhur etmek içün ziyâret-i kubûru iksâr edenlere (sıklaştıranlara) tevbih (azarlama)dır.” (s. 6047-48 )

Şimdi ise, boru veya siren çalarak, MOZALELERDE kıyâm ve rükû’ ederek ziyâret-i kubûr bahşeden; ve “Benden sakın korkmayın, güncellenmiş, değişgenleri olan, uygulanamaz, revizyona uğratılmış cinsinden ve tam sizin dişinize göreyim” diye mesaj veren, adı “müslümanlık” kendisi “süslümanlık” peşine düşüldü!..

Taaccüb!

Haçlı Avrupa’yı sevindirib onların rızâsını almak istikâmetine çevrilenler, bunları hiç düşünebiliyorlar mı?

Taaccüb!..

Tefsir, Allâh’sız nice politikacı, ilâhyapyatçı, denâetçi ve barikatçılara kadar hatta bütün cihâna, cehennemi yalatırcasına şu satırları da kitâbet eylemiş:

“Ölenler, indallâh mertebelerine göre ya îşe-i râdıyeye (mes’ûd bir hayata) veya nâr-ı hâmiyeye (kızışmış ateşe) gitmek üzere  Allâh’a rücû’ etmiş, veya ircâ’ olunmuşlar (geri dönmüşler)dir. Berhayât olanlar da “El mer’u mea men ehabbe” sevdikleri ile haşr olunacaklarından, iyileri seven iyilerle, kötüleri sevenler de kötülerle haşrolunacaklardır. Sevginin kıymeti de (…..) Allâh içün olmak ve (…………….) Allâh içün ittiba’da bulunmak haysiyyetiyledir.” (s.6052)

Şimdi günümüzde bunların tamâmı da (Allâh ve nizâmı),  lâyıklık, sekülerlik (dünyayataparlık) sebebi ile aslâ beğenilmediği, tasdîk ve tahsîn görmediği içün, resmen ve alenen kâle alınmamakda ve kimsenin umûrunda bile görünmemektedir!..

Taaccüb!

Tefsîri dikkatle okuyub anlıyacaklar içün, gene ona dönelim:

“Sakının, öyle kabir ziyâretine varıncaya kadar tekâsür ve tefâhür ile oyalanmayın. Sonu kabre varan dünyâda ehemm olan vazîfeyi unutub da, boş, fânî olan şeylerle eğlenib oyalanmak ve tekâsürle mağrurlanmak AKLI OLANLARA YAKIŞMAZ, HAKÎKAT ZANNETDİĞİNİZ GİBİ DEĞİL (……..) İLERİDE BİLECEKSİNİZ, ne büyük GAFLETDE BULUNDUĞUNUZU, BULUNDUĞUNUZ HÂLİN SONU NE KADAR FENÂ OLDUĞUNU, ÂKIBETİNİ GÖRDÜĞÜNÜZ VAKİT ANLIYACAKSINIZ.” (s.6054)

Bugün, “Tekâsür ve tefâhürle” oyalanıldığı, Müslüman milletin târihinde hiç olmıyan abuk sabuk haçlı mukalliğinden ibâret şeylerle isrâfa batıldığı ve AKILSIZLIKDA TAVAN YAPILDIĞI bir vasatda yaşıyoruz…

Taaccüb!

Okuyalım:

“Tekâsür ve tefâhuru terk etmiyenlerde YAKÎN hâsıl olmaz. O halde ilmin hakîkatını sezmiyerek sû-i isti’mâl eden, bildiklerine ÎMANI OLMAYAN, bilgisiyle ilme yaraşır amelde bulunmıyan, onunla berâber ilim nâmını taşımak istiyenlerin vay hâline vay hâline…” (s.6057)

Denâet, İlhâdiyât, Tarikât dışı tarîkat veya Barikat içlerindeki karanlıklarda çürüyenlerle, buralardaki oryantalist çömezlerini kılavuz ittihâz eden politikacı sihirbazların ve buralardan hayır bekliyen (akılsızların) vay hâline…

Taaccüb!

Ve.. Tefsirdeki tasvir.. Türkçesi yani lisânı, kurbağaca ile ve asit dökülerek yok edilen Müslüman TÜRK, dedesinin aşağıdaki satırlarını anlamakda ne kadar Fransız yapılmışsa da, biz, ASLIMIZIN dilinden başkasını dilimize almıyacağız; ve gene aynı me’hazdan son nefes manzarası:

“……Ey muhâtab! Sen, o küfredenlerin Melekler yüzlerine ve kıçlarına vurarak ve haydi YANGIN AZÂBINI TADIN (…..) bu sizin ellerinizin takdîm etdiği cürmünüz (……….) ve Allâh Teâlâ’nın kullarına zulümkâr olmaması sebebiyledir diyerek CANLARINI ALIRKEN bir görecek olsa idin, ne müthiş, ne feci’ şey görecekdin—O sırada bunların o feci’ hâlleri, mer’î ve meşhûd değil mi idi? Ve o hâlde görecek olsa idin diye görülmemiş bir tefzi’ (korkutma) ve tasvîr buyurulmasının hikmeti nedir? Bu bilhassa onu gösteriyor ki, kâfir bir nefsin bedeninden rûhu kabzolunurken, onun hakîkatde neler çekdiğini; ve nasıl YANARAK gitdiğini hâricdekilerin görüb müşâhede etmesi mümkin değildir. Bunu ihtâr ederken şuna da işâret ediyor ki, kâfirin rûhu dünyâya müteveccih iken bedeninden kabzolduğu hâlet-i nez’de Dünyâ’dan döner, Âhıret’e teveccüh eder; ve halbuki küfründen dolayı âlem-i Âhıret’de zulümatdan başka bir şey müşâhede etmez… Dünyâya ve CİSMÂNİYYÂTA ŞİDDETLE MAHABBETİNDEN DOLAYI O VAKİT MUFÂREKÂT ÂNINDA BU AYRILIKDAN, BU UZAKLAŞMADAN ÖYLE BİR ELEM Ü HASRET DUYAR Kİ, YANAR DA YANAR VE BU YANIŞLA HER TÜRLÜ NURDAN MAHRÛM OLARAK ÖNÜNDE AZÂB, ARDINDA LÂ’NET, O ZULÜMÂTA ATILIR. VE ARTIK BA’SİNDE VE HAŞR Ü NEŞRİNDE (Kıyâmet kopdukdan sonra dirilişinde ve Mahşerde toplanıb sonra cehenneme dağılıb yayılmalarında) DE BU MİNVÂL ÜZERE GİDER.” (c.4, s.2417-18)

Dünyâdan çıkıb âlem-i berzâha atılan ilk adım, böyle olursa, hesâb kitab sonrası manzara nasıl olur hesâb edilsin!

Taaccüb ki, ne taaccüb!

Ölenleri, ölüm sene-i devriyelerindeki ihtifâllerle yâdederken 1000 yıllık “Millet Kıymetleri (değerlerini) Haçlı Bâtıl Batı’yı sevindirme ve onların gözüne girme adına çiğnerken;”  pek garib borazan ve siren sesleri sonrasında da çelenk-çiçek vaz’ederken; bunun da, kıyâm ve rükû’ gibi rükünler ile edâ edilmesi, pek dehşetengiz bid’atlar olarak tefsirde levmedilen “Tekâsür ve tefâhura” gömülmüş olmak değil midir!?…

Taaccüb!

Ecelin gelib son nefesin hangi gün, hangi saat ve hangi dakika, sâniye ve sâlisede çıkacağı, bâlâda da beyan edildiği gibi, bu, bir sâlise ne geri ne ileri gider… Hâl böyle iken ve bu zamanı ta’yin eden Allâh Azze iken, o son dakika ve sâniyeye kullar olarak (vakit biçilmesi ve 80 yıldır ecel zamanını ta’yîn ve değiştirme irâdesi), Sübhân olan Rabb Teâlâ Azze ve Celle’nin bu irâde, hakîmiyyet ve TAKDÎRİNİ BEĞENMEMEYE ve ONU ÂCİZ GÖRMEYE müsâvî değil midir?…

Taaccüb!

Gece içindeki ölümleri, 9.05 gibi bir zamana sâbitlemek, dolayısıyla dünyâ târîh ve insanlarını ALDATARAK hem ahlâkla; ve hem de, Aziz Dîndeki ALLÂH İRÂDESİNE îmânla kâbil-i te’lîf edilebil mi?… Daha dün, eski adıyla Rasattepe yeni adıyla Anıttepe’deki ihtifâle Türkiya’daki 9.05 saatinden 3 dakika kadar evvel başlanışını bile “İlk defa görülen bir rezâlet” dercesine diline dolayan tv kanalizasyonlarının mevcûdiyyeti, bu memleket içün, ciddî bir çürütüş kaynağı bilinmeli değil midir?…

Dünyanın hiçbir yerinde görülmiyeceği kadar büyük bir şahsiyet buhrânı içinde bulunmak, son bir-iki asırlık Anadolu târihini ciddî mikyasda köreltmekde; ve bütün  târihî değerlerin inandırıcılık temellerini sarsıcı bir i’timadsızlık illeti doğurmakda değil midir?… 3 dakikalık bir sapma, zaten i’tibârî bir zamanın parçası olub, burada bile şiddetle göze batıyorken; ecel şerbetinin içildiği ve o ezelde takdîr edilen hakîkî vaktin beğenilmeyişi ve o günlerdeki mesâîye başlama saatine göre AYAR YAPILMASI, ne kadar korkunç bir cür’et ve felâket değil midir?… Bu noktadaki beşerî irâde hâkimiyyeti ile, ilâhî irâdeyi tekzîb ve tahrîf etmek mukâyese edilince, bu zaman mes’elesinin ebedî mes’ûliyyet taşıtan ne kadar büyük bir cürüm olarak ortada bulunduğu hemen görülmiyecek midir?…

Taaccüb!

Son asırdaki bu kabil binlerce tarîhi hakîkatları, tahrîf ve değiştirme ve hâdiseleri olduğunun dışında gösterme hâli, Anadolu’daki îmânî, ahlâkî, ictimâî ve hukûkî bütün hastalık ve illetlerin temel SÂİKİ sayılmıyacak mıdır? Ve bütün bunlar ıslâh edilib düzeltilmediği müddetçe de, “Bekâ mücâdelesinin” muvaffakıyyeti, sâdece dilde kalan boş bir hülyâ ve mütecâsirlerinin de oyalayıcı bir ihânetinden ibâret kalmıyacak mıdır?.

Politikacı sihirbazların, nice târîhî hakikatların tahrîfi karşısında yıllardan beri susmaları, millet bakiyyesinin sür’atle eritilmesi ve dejenere edilmesini intâc ediyor!. “Yerli ve millî” maskesi altına gizlenerek, bunca rezâletleri daha da teşvikkâr olan bütün politikacı sihirbazlar, “ilelebed pâyîdâr” olmak yerine muhalleden mes’ûliyyet altında bulunacaklardır…

Bunu göze almak, sonra da “süslüman müslümanlığı” ile azîz dîn üzerinden saltanat tahkîmi…

Taaccüb!

İntişârı: 11.11.2018 / 12:44:56 tt

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir