-4- Berat Gecesini Saptıran Hoca Kılıklı Şeytanlar!
11 Nisan 2023
-6- Berat Gecesini Saptıran Hoca Kılıklı Şeytanlar!
17 Nisan 2023

BERAT GECESİNİ SAPTIRAN HOCA KILIKLI ŞEYTANLAR!

(5)

Ahmed SELÂMÎ (Dağıstânî)

HAKÎKATLERİ, KENDİ  ÜÇ PARALIK  ARABÇA MASKESİYLE SULANDIRMAYA KURBAN EDEN HOCA VE ÜSTÂD KILIKLI “MÜCTEHİD ZİBİDİLER”    TÜREDİ..

Bugün herkesin kolayca vâsıl olabileceği “Ni’met-i İslâm” gibi nice mu’teber ehl-i sünnet ilmihâllerinde bile, bu “KADER, KAZA VE LEVH-İ MAHFÛZ” mevzû’ları, bilinmesi iktizâ eden  nisbet ve miktarlarda beyân edilmişdir. Bütün bunlara rağmen, bir takım sakal, sarık ve cübbeli kürsü takım-taklavatının; gene ölmeden evvel bazı fes-pükül-gravat ve sıgaralı kesânın (ders verdiği mekândaki hâzirûn önünde çay-kahve-cıgara içib üfürmesi, İslâm edeb, görgü ve terbiyesi başda olarak, mürüvvet, insâniyet ve raculiyete fevkal’âde mugâyir ve kabîhdir. Evet, bu kabil kifâyetsiz adamların KADER ve levh-i mahfuz mes’elelerinde indî, izâfî, i’tibârî, âfâkî, gayr-i aklî ve gayr-i ilmî ve mesnetsiz düşünce ve yâvelerini, İLMÎ, KİTÂBÎ ve CİDDÎ esasların önüne geçirerek sıkıb savurmaları, ziyâde çirkin olub, şer’î bakımdan ebedî mes’ûliyyetlerini mu’cibdir…

Nice vidyoları ile (mutlak ve muallâk) diye kaderi ikiye ayıran, müteveffâ ve pek de meşhûr püsküllü târihçiler, bu mes’elede kitâbî bir delîle dayandığını ortaya koyamamışdır. İrâde ve ihtiyâr hârici kavil ve fiilleri “kader-i mutlak” kabûl ederek, bunların karşısına “Kader-i Muallâk” diye bir şey çıkaranlar, muallâk kelimesine acebâ tam tersi bir ma’nâ mı, yoksa hiç bilmediğimiz bir mefhûm mu yüklemektedirler?..

LÛGATEN MUALLÂK: “Askıda, hakkında karar verilmemiş, hallolunmamış, havada boşda duran, sürüncemede kalmış iş” gibi ma’nâlara geldiği cihânın ma’lûmudur. Ciddî ve ilmî yazılmış kütüb-i şer’iyye meyânında, kaderin ve Levh-i Mahfuz’da yazılanların yani Allâh Azze ve Celle’ye ÂİD İLMİN, muallâk, değişen, silinen, kul duâsı veya fiili ile başkalaşan, renk ve şekil değiştiren, havada asılı kalan, F-16 gibilerle KAPILIB bırakılmıyan; Kadir’in bir vidyosunda “Şöyle şöyle duâ edersen KADERİ KİLİTLERSİN” deyişi kabilinden bir OYUNCAK olabilmesi mümkin midir?. Bunlar, Ehl-i Sünnet VEL-CEMÂATİN 15 asırlık târîhinde hangi CİDDÎ ve hakîkî bir müctehidin  veya (AKÂİDDE  imâmın) ilmî eserinde mevcuddur?. KADER dediğimiz ilm-i ilâhînin, kul irâdesiyle kilitlenecek kadar pek basit bir İLM-İ EZELÎ kâbûl edilmesi ve böyle gösterilmesinin, muvâzene ve sıhhati muhtell olmıyan bir akıl tarafından söylenmesi nasıl doğru olabilir???. Bunlar nasıl  sapıtmakdır?.

“Kader perspektifinden bakarsak” gibi dengesiz lâfları (derin ilim ve fikir sâhibi) görünmek adına, böylesine hassas bir mevzû’da abuk sabuk söylemek ve örselemek, evvelâ EDEB sonra da DÎNİN MUHÂFAZASI nâmına korkunç bir deli cesâreti değil midir?…  Dolayısıyla, KADERİN, îmân edilmesi kadarının dışına taşarak, indî, izâfî ve infirâdî akıl yürütmeler (!) elinde çeşitli kılıklara ve tasavvurlara sokulması, tarîh boyunca pek çok SAPIK FIRÂK-I DÂLLE’nin zuhûruna sebeb olmuşdur… Bunlar, ümmetin başına belâ olmuş, onu abes ve nice bid’at ve dâlâlet çukurlarında uğraştırmış, hem dünyâ ve hem ukbâlarını perîşân etmişdir…

Bu mevzû’da bırakalım fırâk-ı dâlleyi, ehl-i Sünnet âlimleri bile hadîs-i şerîfin yasaklama emrine muhâlefetle derine daldıkları zaman (Kader mevzu’unda) i’tidâl çizgisinden çıkdıkları olmuşdur. Bunu, Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi gibi bir allâme de şöyle ifâde buyurmuşdur:

“Ehl-i Sünnet Mezhebi, CEBR ile TEFVÎZ arasında mütevassıt olmakla berâber bu vasatın, eşâire mezhebine, ve ulemâ-i  EHL-İ SÜNNETDEN bir takım nâmdâr zevâtın nukât-ı nazarına göre muhtelif deracâtı vardır, ki ba’zısı mu’tezilenin ve ba’zısı cebriyenin TARAFINA doğru temâyül eder.” (Dînî Müceddidler Yahud: Türkiya içün Necât ve İ’tilâ Yollarında Bir Rehber, Şehzâdebaşı: Evkâf Matbaası, 1338-1340, s. 126-127)

ŞEYHÜLİSLÂM MERHÛMUN ESERİNDE TAHRÎFÂT…

Seyhülislâm Merhûm’un bu çok mühim ve kıymetli eserini müteveffâ Mısıroğlu 1969’da lâtin harfleri ile basdı; ve 3. sahifeye aslını farklılaştırarak şöyle yazdı:

“DİNÎ MÜCEDDİTLER (REFORMCULAR)   Osmanlıcadan sadeleştirilmiştir” .

Eserin Osmanlıca Aslındaki 126-127. sahifelerinden yukarıya aldığımız ibâre, tanınmaz hâle gelecek şekilde şu uydurma şekle sokulmuşdur ki, kâriîn-i kirâm kelime kelime mukâyese ederlerse, cümlenin ne şekle sokulduğunu göreceklerdir. Sadeleştirme denilen ucûbeleştirmedeki ilâve ve çıkarma kelime ve cümleler de lâtin harfli baskıda 40-50 kadar mebzûlen mevcûd diyebiliriz. “Bâbıâdî Osmanlıcılığı” işte böyle bir rezâletdir. Şimdi de sözüm ona “sadeleştirme” denilen ve uydurma diyebileceğimiz yukarıdaki aslının ne şekle sokulduğunu, lâtin harfli baskının 135. sahifesinden görelim:

“Ehli Sünnet Mezhebi Cebriye Mezhebi ile Mutezile Mezhebi arasında ortalama bir yol olmakla beraber bu ortalamanın Eş’arî Mezhebine ve Ehl-i Sünnet âlimlerinden bir takım isim yapmış zatların görüşlerine göre  çeşitli dereceleri vardır, ki bazısı Mu’tezilenin ve ba’zısı Cebriyenin tarafına doğru temâyül eder.”

“TEFVİZ” yerine (mu’tezile), “mutavassıt” kelimesi yerine (ortalama) demek, bu cümlenin ma’nâsını değiştirerek tahrîf etmekdir ki, müellif MERHÛM’un izni olmadan böyle tasarruflarda bulunmak, kul hakkı bakımından ciddî bir tecâvüzdür. Eser, daha da beter, böyle 40-50 noktada tahrîf edilmişdir. Buna da bir misâl vermemiz îcâbederse şu korkunç tenkısâtı gösterebiliriz: Eserin aslındaki Osmanlıca 5 satır “sâdeleştirme” denilen lâtin harfli sakatlaştırmanın 273. sahîfesinde yokdur; tard edilmiş, çıkarılmışdır… NEDEN? Bunu hangi tür “Osmanlıcılık”  îmân, amel, ahlâk, edeb, emânet ve nâmus telâkkîsiyle kâbil-i te’lîf edeceğiz?. İşte çıkarılıb atılan 5 satırın, aslından lâtin harflerine çevirdiğimiz kısmı:

“Zâten nice Türkün Arab, veyahud Arabın Türk olmasının ehemmiyeti yokdur. Yalnız, lisân i’tibâriyle arabcanın tefevvukunu ve kâbiliyyet-i ta’mîmini i’tirâf etmek zarûrîdir. Beri tarafda, arabcadan tecrîdine hiç bir mütercimimizin kudreti yetişemiyeceğine kâil olduğum Kur’ân-ı Mübînimizin HÂTIRI içün bütün anâsır-ı İslâmiyyenin bu lisânı tebcîl etmesi ve hattâ BENİMSEMESİ bir vazîfedir.” (Dînî Müceddidler, Şehzâdebaşı Evkaf Matbaası, 1338-1340, s.260)

Merhûm’un 1954’de irtihâl-i dâr-ı bekâ eyleyişlerinden 15 sene sonra onun eserinde böyle korkunç bir TAHRÎF, tenkîs, tenzil ve sâire ile oynamak, bu kabil hâinlikleri meş’rû’ gören bilûmum mütecâhirlerinin bütün diğer kitab ve yazılarına da gölge ve şübhe düşürecekdir… BİR MÜ’MİNİN EN BÜYÜK LÂZIM-I GAYR-İ MÜFÂRIĞI, EN BAŞ HASLET ve MÜKELLEFİYETİ, YALAN VE SAHTEKÂRLIKDAN UZAK, MUTLAKA EMREDİLEN (İSTİKÂMET) ÜZRE OLMASIDIR… Biz nicelerini görmüşüzdür ki, Osmanlıcılık maskesi altında “türkçülük” haltı da işlemiş, zaman ve zemine göre, tanzimat sapkınlıklarını (İslâm) diye yutdurmuşlardır. 

Böyle her şeyi bilirim havası sıkan câhiller, pek çok mes’elede akaîd ve fıkıh müdevvenâtımızın ne dediğine değil, cumhûriyetin hukuk fakültelerinde, o fakültelerdeki profesörlerin kitablarında yazılanlara, bir takım oryantalist (şarkiyatçı) ve felsefecilere kulak verib, onların eserleriyle de hemhâl olduklarından, bir çok mes’eleyi İslâm’ın teşrî’ etdiği çerçevede değil, ters istikâmetde nakleder veya iddia eder hâle gelmişlerdir. Bunu, kavl-i mücerredde bırakmış olmamak içün, gene adı geçen şahısların, birçok vidyolarında: “Dâr-ı İslâm’da yaşayan zımmîlerin, meyhâne, kerhâne ve kumarhane gibi hânelerine dokunulmıyacağını, onların bu yasaklardan muâf tutulacağını” cür’etlice söyledikleri; ve bu kabil saçma sapan cehâletleri dile getirdikleri de maatteessüf hayret ve dehşetle görülmektedir.

Elmalılı Merhûm Muhammed Hamdi Efendi’ye varıncaya kadar nice ulemâmız bidâyet-i İslâm’dan beri, bunun zıddını binlerce eserleri ile ortaya koymuşken, bu “tarihçi çakma üstâd ve allâmeler,” deli cür’eti denilebilecek bir kabadayılıkla, bu kabil hâkîkatları bile tersine çevirebilmektedirler. Kolayca herkesin elde edebileceği bir eser olan “İslâm Hukûku ve Fıkıh Istılahları Kamusu” nâm eserinde Hamdi Efendi Merhûm şöyle yazmaktadır:

“Zımmîler, kendi dinlerince YASAK olan şeyleri alenen çiğneyemezler. Zımmîler, Müslümanlarca dînen yasak olduğu gibi KENDİ i’tikadlarınca da yasak bulunan şeyleri İslâm yurdunda irtikâb edemiyecekleri gibi kendi beldelerinde de irtikâb edemezler. Meselâ: Zinâ ve benzeri fuhuşlar.

“Zımmîler, Müslümanlar ile beraber bulundukları yerlerde, İslâm Şerîatına aykırı şeyleri ızhar ve İ’LÂN etmemekle mükellefdirler. O şey KENDİ ARALARINDA caiz olsa bile bu yasağa uymakla mükellefdirler.” (1997, c.5, s.503)

Mevzu’u uzatmamak içün burada noktalıyoruz…

Binâenaleyh, KADERİN, müslümana lâzım olacak kadarının, mu’teber ilmihâl ve akâid kitablarımızın tesbitleri dışına çıkarak, felsefeâlûd kelle yapılarıyla, yukarıda misâllerini verdiğimiz şekillerde oyuncak gibi telâkkî edilmesi; ve böyle reklâm ve i’lânı, en azından çok çirkin bir lâübâlîlik ve Şerîat esasları ile istihzâ istiskâl ve eğlenmekdir; ve netîcesi de, dinde tahrîf ve tahrîbi ortaya koyacak bir cinâyet olur…

PÜSKÜLLÜSÜNE KADAR HERKES, İLMÎ VE KİTÂBÎ DEĞİL; ZANNÎ ve HEVÂ İLE HEVESE GÖRE SIKIYOR! 

“Îsâ Aleyhisselâm’ın ŞERÎATINDA AHKÂM-I İCTİMÂİYYE YOKDUR!” diyerek (Hâşâ ve Kellâ) vidyolar dolduran bazı püsküllü târihçiler, (halbuki ahkâm-ı ictimâiyyesi olmıyan bir İslâm’ı ve onun herhangi bir Şerîatını hiçbir Peygamber tebliğ etmemişdir.) Nasibse, bu mes’eledeki zırvaların “Peygamberlere ÎMÂNI” ne hâle getereceğini, müstakil  makâlât ile kaleme alacağız. Bu târihçi püsküllüler, kader mevzularını da maal’esef, mu’tezile-kaderiye ve cebriye arasında yalpalıyarak sürdürmüşlerdir?.

Bunlar, “Hâdiseye KADER perspektifinden bakarsak” gibi bir şablonu da, pek câhîlâne cesâretle dillerine pelesenk etdiler!. (Türkçe hassâsiyetini kat’leden bu ucûbe (perspektif) gâvurcasını lisân şuuru ile te’lîf etmek de nasıl mümkin olabilmişse..)

Böylece  kendi yâvelerini, kadere bol bol tasdîk etdirmek gibi bir sihirbazlığı, “çakma üstâd” olarak yıllarca sürdürmüşlerdir… “2050’de Şeriat hâkim olmazsa mezarıma gelin bilmem ne yapın” kabilinden abuklukların da, hakk, hakikat, ciddiyet ve vekâr ile  zerre kadar alâkası olamaz. Balıkçı kahvesinde kabadayılık AĞZI çalkalayan adamlar tarzındaki bu kabil atıb tutmalarla yapılan gülünç gevezelik ve zevzekliklerin, ilmî hiçbir kıymeti de aslâ olamaz… Ayrıca bu kesânın, KADER’in neyi takdîr etdiğini, (KAZÂ) olmadan, sanki evvelden bilici bir ifâde tarzı kullanmaları; ve istikbâle âid hüküm ifâde edici kat’î cümlelerle alenen ve sıkılmadan ortalıkda dolaşmaları, cidden utanç ve hayret verici olmuşdur… Tâbii sâmiîn arasında da bu kabil nice atıb sıkmalara, cerbeze ve indîliklere: “Dur Efendi, şurası nasıl böyle olur?” diyecek cesâret, cesâmet ve ehliyetde adam çıkmıyacağından mı nedir, pek çok lâf canbazlıkları ve mugâlâtalar, hâzirûna “keskin zekâ ve hıtâbet hârikaları” olarak “kader (!) perspektifinden” bol bol yedirilmişdir!.

TASAVVUF TERSDEN KULLANILIYOR… 

Sarık, sakal ve cübbeli geçinen niceleri de, ezberlerinin kalabalığını, “ibâre çözmekdeki erişilmezliğini” ve âyât ü ehâdîse  “bi re’yihi” ma’nâ vermedeki müthişliğini (!) ve bir saatde 300 sayfa kitâb okuma kerâmetlerini veya istidraclarını, ve sâireyi dahî HER FIRSATDA dile getirmektedirler!.. Nice hafif beyinliler lâf ishâline yakalanmış gibi POLİTİK lâklâkiyâtı ve HEZL ile şaklabanlıkları meziyet bildiklerinden, bu sebeblere binâen her cümlelerinde bir veya bir kaç lâfız veya ma’nâ sakatlığına rastlamak pek tabiî hâle gelmektedir… Kendi cemaat, cemâdât veya kalabalıkları da, bunlara alışarak ülfet kesbetdiklerinden, bu sakatlıklar onları rahatsız etmediği gibi, şifâ verir hâle bile gelebilmektedir!. Hatta Altaylı ve Bardakçı gibi ters kutubdakilere kadar niceleri, komedyen seyretmenin eğlendirici zevkiyle kahkahalara boğulmakda; ve o ma’lûmları komedyen niyetine sık sık ekranlarda teşhîr ve takdîm etmeden duramamaktadırlar!

Herkese reddiye yetiştirme mücâhidliği ve “gayret ü kemâl ve mücâhedesinden sık sık bahisle”, kendi kendisini redde ve aynada seyretmeye bir dakika bile fırsat bulamayan bu TİPLER, “allâmeliğini” tevâzû’ ifâde eden hayâlî tekke îmâli kelimelerle maskeliyerek her imkân üzerinden yürütmektedirler!. Bâlâda ele aldığımız târihçi karekterler (ifrâd) kutbu kabûl edilirlerse, bunlar da (tefrîd) kutbunu teşkîl etmektedirler denilebilir!…

İsmailağa’nın bile artık kendisini desteklemeyib, zâtının 12 yaşından beri bir hârika oluşunu; ve hocalarının “Ahmedim yanlış yapmaz” deyişini (!) görülen rü’yâlarla cennetlik olduğunun artık müdellel bir vâkıa bulunduğunu; ve sanki ismet sıfatı varmışçasına kendisini (kerâmeti kendinden menkûller) zirvesine rahatça ve suhûletle taşımasını dahî, acıyarak görmek lâzımdır!.

Saadeddîn Ustaosmanoğlu’nun “Rasputin’lik” rütbesinden bile, öyle hiç müteessir olmayıb,  belki de tam tersine “Ben neymişim bre!” deyişini; “devletimizin kurucuları, DİB’i, (hanefî-matürîdi çizgisinde) kurdular” deyişindeki yâvelerini; ve böylece o kurucu ve kavurucuların Dîn-i İslam’ı pek (ihlâs ve samîmiyetle düşündüklerini!!!) nazara vermesini; Paşa, “Cebinden para vererek Elmalılı’ya tefsîr yazdırdı” gibi bir sayıklamayı; Kurtarıcı Paşalarının “Hılâfeti bile usûlü ve üslûbu ile pek yolunda kaldırdıklarını”; kendisini de, MAKÂM-I FETAVÂ-YI Cumhûriyye ve fırka-yı tayyibe-i  ılmâniyyede gördüğünü sık sık beyânla, bu meyanda “Kamal Paşa’nın aleyhinde konuşmak CÂİZ DEĞİLDİR” gibi mostralık ve heykeltaparlık “fetvâlar” dahî iftâ’, ihtirâ’, ibdâ’ ve inşâ’ edişini.. acebâ hocalığına mı, yoksa (bel’amlığına) mı, yoksa (neokamalistlik) tarafına veya bir yerine mi rekzedib not düşeceğiz!?..

“Müzeyyen Senar’ın imânla gidişine şâhidlik ederim” gibi gâibe de ıttılâ’ını ve ilm ü keşif, zuhûrât, yakaza, ve kerâmetler veya istidraclar püskürtüşünü; takunya-kefen ticâret-i meşhûre ve uhreviyyesi ile dahî “temâyüz, tehayyüz, telezzüz ve tefeyyüz ederek” hocalık şeref ve haysiyetini yüzüne gözüne ve her mıntıkasına bulaştırışını, mahallenin delisi veya sınıfın şamaroğlanı veya sahnenin dümbüllüsü olarak, aceba hangi meslek erbâbından bulunuşuna bağlıyacağız!?.

Nice cinsî mesâil ve makâmâtda pek mütebahhirâne, mütehassısâne ve mütehayyilâne  kat’-ı merâtib eyleyişini; ve zevceynin bile kendi aralarında dile alamıyacağı belden aşağı mebâhis-i mesture ve mahremiyyeti, kürsülerden cihâna pek musırrâne ve mütemâyilâne ve azâzilâne veya lâtîfâne (!) ehâli-i müslimin ve müslimâta nakille,  “irşâd havalarına da dalarak”, bu bahislere ziyâde sa’y ü gayret ü himmet ve mübâlâğa gösterişini; bunları, gayet belâğât ü fesâhatle ve nüktedanlıklar içine de sarıb sarmalıyarak aktarmasını; ve bu kabil va’z u teşehhiyâtına bu kabil süfliyyâtı, ma’sûmâne, mütebessimâne ve şakıyarak katık, hatta ma’nevî meze eylemesi gibi şeyleri; ve yüzlerce politik mâlâyânî, idlâl edici şathiyyât, şeytâniyyât, cerbezeyi ve sâireyi de nazara vermesini.. hangi peçe ve çarşaflara sararak İslâmiyyet’in yüz karası olmakdan çıkarabileceğiz!?…

Mes’ele, bütün açık-saçıklığı ve kaçıklığı ile, her halde anlaşılmış; ve pek de ibretlik olmuş bulunacakdır!.

Sûret-i Hakk’dan görünerek bel’amlığın bütün husûsiyyetlerini üzerinde toplıyan nice eşhâs-ı meşhûrenin encâm-ı kârı, târihdeki nice emsâlleri ile birlikde ibret-i âlem olarak apaçık ortada bulunmaktadır!.

Ve târihdeki Bekri Mustafa’nın, cenâzenin kulağına: “Dünyâ’dan sorarlarsa, Bekri Mustafa falan câmiye imam oldu dersin, onlar anlar!” demesi gibi, bazılarının da KÜRSÜLERDEN fetvâ mühendisliği, kitâb, kefen, nalın, parti, pırtı, demputrat, peri-çek, şarkıcı, Müzeyyen, şu, bu v.s. reklâmcılığı ve tacirliği, goygoyculuğu yapmasını; kendisini, “bilmem neli bilmem kim HOCA” diyerek HOCA SIFATIYLA reklâm edişini; ve pespâye bir politika tüccarlığı veya işportacılığı yapışını, hapse düşünce yelkenleri fora edib Feto meddahlığına soyunub ana fîrân ortada kalışını.. böyle yüzlercesini de birilerinin   bazı cenâzelerin kulağına fısıldamasında, Hadîs-i Şerîf’de geçen “bilgiç münâfıklar” hesâbına olmasa da, bir takım dâr-ı berzâh ins ü cinni içün, bir nice hasene, hâsıla, sevâb, savab, faide ve menfaatler görülebileceği kuvvetle muhtemeldir!…

(Mâba’di var)

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir