Geçenlerde elime Şevket Eygi’nin eski bir yazısı geçdi. Bakdım bugünki DİB ile muvâzî (aynı paralelde) gidiyor; ve sanki “Kıyâs-ı Fukaha”dan korkar gibi, ondan çekinir gibi, edille-i erbaa gibi dînimizin temel 4 ana kaynağından birine yan bakar gibi ecâib ve ğarâib bir yazı!.
Şevket’in bu yazısından, Şevketlû CB ve Başkumandan Receb Tayyib Paşa’nın “8 Mart 2018 târihindeki Kadınlar Gününde” söylediği “İslâm güncellenmelidir. Bugün İslâm’ı, 14-15 asır evvelki hükümleri ile KALKIB UYGULAYAMAZSIN. Böyle bir şey yok!..” deyişini hatırladık…
Tabii bir de, CB’nın bu korkutan ve titreten sözlerini tâlimât ve emir kabul ederek, DİB hazır kıt’a kodamanlarının hemen harekete geçdiğini gördük!.
Aynı tarihli konuşmasında Başkumandan ve politik lider Tayyib Paşa, dînî lider veya ruhban sınıfı rüesâsına şöyle bir fermanla: “Susmayın, Ey! Sarıklı politikacılarım, konuşun ve canımı sıkmayın, bana saydırtmayın!” der gibiydi, aynen:
“Bizim Diyanet İşlerimizin Din İşleri Yüksek Kurulu var….. Hocalarımız ne iş yapıyorlar? Neye sessiz kalıyorlar? Sessiz kalıb bu alanı niçin bu adamlara kaptırıyorlar? Feto olayı da böyle oldu, Feto konusu da böyle oldu. Söyledik söyledik sonunda bir şûrâ yaptırdık. Tabii şimdi asıl konuşması gereken konuşmayınca, meydan kime kaldı, Feto’ya kaldı. Feto’nun arkasından gelen maalesef tiplere kaldı. Onların da zaten vasıfları ortada. Feto’nun kalitesi vasfı ortada. Arkasından gidenler ne yazık ki, ona tâbi’ olduklarına göre onlar ondan daha da geri.”
Bu sert ve kararlı ta’limât ve fermân üzerine “susma modundan” çıkarak silâh başı yapan, o DİB denen ve Beştepe politik irâdesine kördüğümle bağlı müdüriyetin, CB’nın 8 mart gürleyişinden 63 gün sonra, esas duruşa geçerek, 10-11 Mayıs 2018’de, “Sâbiteler ve DEĞİŞGENLER 8. Güncel Dinî Meseleler İstişâre Toplantısı” nâmındaki rûhânîler ve ruhbân (konsilinin) ictimâı der’akab aktedilivermiş oldu!..Bu konsilin “Açılış ve sonuç bildirgesi” denen (giydirgeleri)ni okuyan DİB başı ve sâbık Fetto muhibbânından Erbaş Ali Bey’in icmâ ve kıyas gibi biri müsbit biri muzhir 2 DÎNÎ DELİLİMİZİ yok sayma istikâmetindeki korkunç ifâdelerine, bir başka makalemizle AYRICA temas edib, îzah ve tahlîl getireceğiz. İnşaAllâh…
Biz şimdilik, icâzeti kendinden menkûl Bay Şevket Eygi nâm “Yerli ve Millî Gazetenin” duâyen ve muayyen ve bilge ve meccânî muharriri ve yarım asrın Ehl-i Sünnet (Muhâmii (!) Zâtın) yazdıklarına şöyle bir atf-ı nazar edüb, tahlîl ve tadlîl noktasından keyfiyetine bir bakacağız, biavnihî TEÂLÂ!
Daha evvelki yazılarında Merhûm Muhammed Zâhid Efendi Hazretleri’nden “Dînî mevzularda yazı yazma izin ve icâzetinin bulunduğundan” bahseden (!) Eygi Bey, “tenâkuzlu ve indî düşüncelerini”, din ilimlerinin birer hakîkati imiş gibi yazıb savurma alışkanlığı ve pervâsızlığına devâm ediyor. (Vahdet) nâm gazetede, gene aynı minvâl üzre serpiştirmiş!
“1- Tahkiki iman sahibi, gerçekten mümin olan Müslüman: Bu Müslüman Kur’an’a, Sünnete, Şeriata, icmâ ya bağlıdır.
Ehl-i Sünnete göre dinin üç ana temel kaynağı Kur’an, Sünnet ve icmâ-i ulema ve fukahadır.
(16.2.16. Vahdet-Şevket Eygi)
Bu mübâlâtsız, dallama ve sallama 2 cümlede, acebâ, “Müctehid bir imama bağlılık” neden zikredilmemişdir?. 15 asırdır Kıyâs-ı Müctehidîn ile milyonlarca hükmü ortada (Sâdece İmâm-ı A’zam Rahmetullâhi Aleyh Hazretlerinin 64.000 usûl kânûnu ve 500.000 fıkıh hükmü var) evet bu kadar hükmü ortada olan bir dîni, bu kıyâs-ı fukahâ delîli olmadan bilmek, îmân etmek ve yaşamak mümkin olabilmiş midir?. ASLÂ!. Mezhebsiz müflis ve yüzsüzler bile, gene mezheb ictihadları ile nice ritüellere sarılır ve âyinlerini bunlarsız yapamazlarken…
Adı geçen zât, mâzîsindeki (selefîlik) bulaşığından, “Galatasaray ve Siyâsal lekelerinden”, artık tamâmen sıyrılabilmelidir… Eygi, edille-i erbaanın 4.sü olan “Kıyâs-ı Fukahâ” olmadan, hangi “tahkîkî îmân sâhibi” bir müslümandan, hangi cesâretle bahsedilebiliyor?. Müsbit olan edille-i selâse (Kitab, Sünnet ve icmâ) zikredilib, neden muzhir olan 4. delil zikredilmiyor?. Yıllardır aleyhlerinde yazdığı “Mezhebsiz, telfikçi ve Kâinât’ın İmamı, v.s.” gibi Çarşamba pazarı zibidileriyle “hoşgörü ve diyalog” mevsimine mi giriliyor da, bizim haberimiz olmuyor!?.
Büyük Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretlerinin bervechi âtî iktibâs edeceğimiz son derece müdellel ve mübârek satırları ile kat’iyyen isbat edilecekdir ki, Kıyâs-ı Müctehidin olmadan, NE İCMÂ’, NE HADİS VE NE DE KİTÂB, TAMAMLANMIŞ YANİ “EKMEL” BİR DÎN ORTAYA KONULMUŞ OLUR; YANİ, NE DE, CENÂB-I HAKK AZZE VE CELLE’NİN “ELYEVME EKMELTÜ LEKUM DÎNEKUM…” FERMÂNI TAHAKKUK ETMİŞ BULUNUR…
Yoksa, Beştepe Sarâ-yı Hümâyûnunda Devletlû ve Âtıfetlû Böyyük başlardan, sofra ni’metlerine nâil olmıya başladıkdan sonra, Eygi Bey içün “sultânî ulûfelere” de vuslat devri mi başlatılmış oldu?. Evvelce kaleme aldığı yazılarında, nice defâlar böyle “yanaşmalıkların” ihlâs ve istikâmete çok böyyük “zararlar” fırlatıb bulaştıracağından ısrarla bahseden “Galatasaray Sultânîsi” rütbeli birâderimiz, şimdi bu kadîm yazı ve fikirlerinden utanır ve kaçınır mı olmuş ola?
Eğer:
“Şeriat dedik, bunun içinde kıyâs zâten var, olmaz olur mu?”
Diye kıvırtılacaksa, biz de:
“Şeriat’ın içinde Kitab, Sünnet ve icmâ da zaten var, bunlar neden zikrediliyor da, Kıyâs-ı Müctehidîn zikredilib sayılmıyor!”
Der; ve bütün giriş çıkış, kaçış ve firâr yollarını tıkarız!
15 asırdır bütün İslâm ulemâsı ve KÜTÜB-İ FIKHİYYEMİZ kıyâs-ı müctehidîn hakkında “VAZ’-I İLÂHİDİR” buyururken; cumhûriyet ilhâdiyyât ve ilâhyapyatçıları, yani “Fetulla Gülen Fıkhı” diye kitablar düzerek Pensilvanya kardinâlesini (müctehid) gösteren ve şimdi AKP’ye mafsallanarak onların Yeni Şafak nâm cerîdelerinde irşâdlarına (!) zıplıya hoplıya devam eden Faruk Beşer gibiler, tv’lerden bangır bangır “Mezhebler din değildir” diye höykürürlerse; ve kıyâs-ı fukahâ içün “vaz’-ı beşeridir” nâneleri yemiye kıyâm ederlerse, onların ekmeğine Eygi Bey gibi yağ sürmenin adı da ne kadar “Samîmî ehl-i sünnet avukatlığı” olur, bu çok iyi görülmeli ve hesâb edilmelidir!?. Yoksa buna, kendi ayağına sıkmak soyundan, akıl, zekâ ve îmânı muhtell oluş mu diyeceğiz?
Bu, “Mezhebler din değildir” zırvalar zırvası bâtıl, bazı yüksek tepe sâkinlerinin ağızlarına kadar yol bulub, taa Viyana’larda bile onlara:
“Ne demek sünnîlik, ne demek şiilik, yahu siz müslüman değil misiniz?” dedirtmedi mi?
Veya Tahran’larda:
“Ben ne sünnî ne şiiyim, ben müslümanım!” gibi şeyler söyletmedi mi?
Veya:
“Şiilik ve sünnîlik İslâm âlemini tehdîd ediyor!”
Gibi gayr-i ilmî, gayr-i ciddî ve dîn ü îmânı yaralayıcı lâflar bile ruznâmelerde cûş u hurûşa gelmedi mi???!
Mezheb de dediğimiz ve Kitâb, Sünnet ve İcmâ’a kıl kadar aykırı bir ictihâd veya istinbâta kaymadan hüküm çıkarma ve onları anlama (USÛLLERİ=yolları=mektebleri), bu ilâhyapyatçı münkirlerin dediği gibi “din değilse”, o zaman “Ben Hanefîyim!” diyen, yani “Kitab, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyas-ı müctehidine tâbi’ olmada, İmâm-ı A’zam Hazretleri ve O’nun usûl çizgisindeki müctehidlerin yoluna tâbîyim” diyen bir müslüman; yani:
“Ben, İmâm-ı A’zam gibi bir Allâme-i Cihânın o bahâ biçilmez pırlanta usûlleri ile, Kitab, Sünnet, icmâ-ı ümmet ve ictihad delillerine bakar, onları o usûller üzerinden öylece kabûl ederim!”
Demiş olmıyacak da:
“Ben, İSLÂM DIŞI bir mezhebin veya dînin inanıcısıyım!”
Mı demiş olacak???
Vay, südü bilmem ne tâifesinin ilhâdiyatçıları ve ilâhyapyatçıları vay!
15 asırlık ehl-i sünnetin milyarlarca müntesîbi olan müslümîn, böylece “Mezhebler din değildir” hükmünün altında “Dinin dışındaki dinsizler” olarak damgalanıb, dinsizler mezarlığına gömülmüş olacak; ve bu ilahyapyatçı ve ilhâdiyatçı ve bîedeb ve bîdîn sürüler de, “Sâdece biz müslümanız!” deme fırsatı bulmuş; ve o nursuz ve cibilliyetsiz ences (kalp) kalbleri ve suratları ile, cennet-i a’lânın yollarına düzülüvermiş mi olacaklar!?
İblis-i lâine şenlik!
Allâme ve Mücâhid Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri’nin satırlarına dikkat EDİB MUTLAKA ANLIYARAK SATIR SATIR, hatta kelime kelime SİNDİRİLMESİ, bize, İslâm’ın içini boşaltmak istiyen bu “DÎNİ kundaklama EŞKIYÂLARI” elinde canlı canlı yanıb kül olmamak içün, müthiş bir ZIRH GİYDİRECEKDİR… Bugün, mezheb, ehl-i sünnet ve İslâm düşmanlıklarını binbir mugâlâta, göz külleme ve katakülli ile yürütmek istiyen “Müslim görünücü” sahtekârlar, dünün bu hususdaki prototiplerinin yüzdeyüz kuyrukları ve sızıntılarıdır! Aşağıdaki iktibaslarımızı okuyan kâriîn-i kirâmımız bunu dehşet ve hayretle görecek; ve arada bir parmak fark olmadığını belki de şaşırarak müşâhede edeceklerdir…
Merhûm’un, son derece mühim ve din telâkkî ve îmânını küfr ü şirkden muhâfaza edecek o kıymetli satırlarına geçelim: (Parantez içindeki ince yazılar izah kasdıyla bize âiddir.)
“….dîn-i İslâm’ın ulemâsına, müctehidlerine bu kıymet ve ehemmiyeti lâyık görmemek, neden neş’et ediyor biliyor musunuz?. DÎN-İ İSLÂM’IN KENDİSİNE KIYMET VE EHEMMİYET VERMEMEKDEN…
MÜSLÜMANLAR!
GÖZÜNÜZÜ AÇIN, DÜNYÂDA HAKÎKÎ DÎNİ KIYMETDEN DÜŞÜRMEK İSTİYENLERİ ARTIK ANLAYIN!…… LÂKİN MÜSLÜMAN DÎNİNE SÛ-İ KASD EDEN YENİ ÇIKMA DÜŞMANLAR, DÎNİ ÖYLE BİR HÂLE KOYMAK İSTİYORLAR Kİ, ONU BİLEN DE BİLMİYEN DE MÜSÂVÎ OLSUN! VE ULÛM-I DÎN SÂHİBİNE FAZLA BİR SIFAT VE SALÂHİYYET İLE HAKK-I KELÂM (beyân, konuşma hakkı) VERİLMESİN!…..”
………………………
“…..Biz dâimâ, Türkiye’deki dinsiz kalemlerin, ulûm-ı dîniyyede, ulemâ-i dîne nevbet-i kelâm vermemek istediklerini görüyoruz. Böyle (Bosna Raisu’l-Ulemâsı) Cemâlüddin gibi kendisine dîn âlimi süsü veren bazı meslek azmanlarından, kendilerine müzâhir (destek) olanlar da çıkınca, müctehidînin hakk-ı ihtisâsı büsbütün taarruza ma’rûz kalıyor. İcmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâyı saymamak, hep bunlar maraz-ı kalbînin ağrâz-ı habîsesidirler (murdar hastalıklarıdır.)…….
…………………….
Müctehidîn-i Kirâm Hazerâtını da Allâh’dan korkmadan arzularına ve akıllarına göre dinden ahkâm vaz’etmiye kalkışan veyahud müslümanlar tarafından kendilerine böyle bir mevki-i salâhiyyet verilen zevât vaz’iyyetinde telâkkî ediyorlar ki, bu da eimme-i dîn ile onlara tâbi’ olan müslimîne ayrıca bir İFTİRÂDIR. Müctehidîn-i İslâm, kendi kendilerine teşri-i ahkâm (kânun koyma, kânun vaz’etme) hakk ve imtiyâzını iddia etmek gibi nakîselerden çok uzak ve çok münezzehdirler…..”
……………………………..
“….Müctehidîn Hazerâtı ise, ictihadlarında Allâh’ın ve Peygamber Aleyhisselâm’ın murâd ve merdîsini taharrîden (rızâsını araştırmakdan) başka hiçbir maksad ta’kîb etmezler. Bosna Raisü’l-Ulemâsı gibi insanların ve hükûmetlerin mîzâcını veyahud zamânın ihtiyâcını kollamazlar. Bu cihetle onların âyât ve ehâdis üzerindeki tedkîkâtı, ihtiyâc-ı zamâna uymak ve bir arzuya tâbî’ olmak gibi, ilm-i ictihadda (teşehhî) ta’bîr edilen sekâmetle (hastalıkla, illetle) ma’lül (illetli) olamaz. Reis’in neşriyâtında görüldüğü vechile ihtiyâc-ı zemâna göre ruhsat taharrîsi yapılan ictihadlar, ilim nokta-i nazarından sakat bir yoldur. Câhil Reis, henüz ictihâdın bu gibi serâit-i esâsiyyesini bilmiyor. Hâline bakmadan fukahânın ictihadlarını da beğenmemiye kalkıyor. Ulûmda müctehid, hiçbir şeye bakmıyarak, HAKK-I MUTLAKI taharrî eder. İlm-i Dînin müctehidi de, Kitab ve Sünnet’in mîzac ve merdîsi ile mukayyed olan HAKK’ı, taharrî eder… Çünki onun nazarında HAKK-I MUTLAK, işte bu HAKK-I MUKAYYEDDEN ibâretdir. ŞÂRİ’İN (Allâh ve Rasûlü’nün) nokta-i nazarından başka hiçbir şey tanımıyan ve kendisini yalınız EMİR KULU mevkiinde gören DÎN-İ İSLÂM müctehidlerinin îmân ve i’tikâdınca, ŞÂRİ’İN ihâta-i nazarı hâricinde ve O’nun emrine karşı gelecek ne ihtiyâc-ı zemân, ne de başka bir şey vardır.”
“Ve Reisü’l-ulemâ gibi CÂHİLLER, (Kıyâmete kadar gelecek bazı ilahyapyatçı, ilhâdiyyatçı, cübbeli şalvarlı savruk ve kavruk, yalaka ve ezber makinesi yobazlar; tasavvufu çarpıtan tekke-teneke tufeylîleri, göklerde uçurulan ve yarı tanrı yapılan müteşeyyihler; mezhebsiz dalâlet fırkaları, mealci satıh tenekeleri, resmiyete sırtını dayamış bel’am etekçileri ve tahrîf ustası DİB’çi echeller), ihtiyâc-ı zemânı da bilmezler. Tahsîl-i ılm etmek istiyen GELİNLİK kızların ve kadınların, TESETTÜRE RİÂYET ETMEMELERİNİ ihtiyâc-ı zemândan addetmeleri gibi… Bu hanım kızlar erkek talebeler ile bir mektebde İHTİLÂT ETMESELER (karma karışık olmasalar) muallimin huzûrunda da YÜZLERİ PEÇELİ OLARAK OTURSALAR; ve mekteblerine bu kıyâfetle gidib gelseler, yüzleri ile berâber TAHSÎL-İ ILME KARŞI AKILLARI DA KAPANMIŞ MI OLACAK?.. Bu def’a Reis, belki “bunda da meşakkat olur” diyecekdir! Çünki zavallı, (meşakkati) de bilmez! İnsanların arkasında bunca yük taşımakla te’mîn-i maîşet etdiği dünyâmızda, kadının yüzündeki peçeyi bir YÜK ADDEDENLERİN MAKSADI, NÂMAHREM KADINLARLA YÜZGÖZ OLMAKDIR… Bu, onlarca, bir ihtiyâc-ı zemânî ve BELKİ İHTİYÂC-I ŞEHEVÂNÎDİR.”
“….Sonra bîçâre Reis’in (böyle bu kafadaki din tahrib ve tahrifçisi heriflerin) mine’l-kadîm (eskiden beri) kızların, teehhül edinceye (evleninceye) kadar erkeklerden kaçmadığını, Türkistan’da, Arabistan’da, Rusya’da ve daha dünyânın bilmem hangi bucağında KADINLARIN AÇIK GEZDİĞİNİ DELÎL GÖSTEREREK, nerde olursa olsun, bir takım câhilâne ve lâübâliyâne hareketlerden AHKÂM-I ŞER’İYYE İSTİNBÂTINA (hüküm çıkarmıya) KALKIŞMASI, TAM RAİSÜ’L-ULEMÂYA (sarık cübbeli resmî palan vurulmuş soytarılara) YAKIŞACAK BİR TARZ-I TEFEKKÜRDÜR. Bunu, ilm-i istidlâlî (ilmî delîl getirmek) değil, câhil tesellîsine benzetmek ve bâtılı mekîsü’n-aleyh (kendisine kıyâslanan ana hüküm) yapmanın beliğ bir misâli telâkkî etmek münâsib olur. “İlm-i FIKIH” kitablarındaki mukarrerâtı (kararlaştırılmış kâideleri) insanlar yapdı” diyerek, eimme-i Dînin ve havass-ı müslimînin ahd-i ashabdan beri kemâl-i dikkatle muhâfazasına i’tinâ etdikleri şeâir-i İslâmiyye’ye (İslâm’ı temsil eden ana alâmetlere) i’timadsızlık telkîn ederken, kendisi, ÖTEDE BERİDEKİ AVÂM-I MÜSLİMÎNİN CÂHİLÂNE HAREKETLERİNDEN DERS ALMAKDA OLDUĞUNU gösteriyor. Doğrusu bu adamda akvâl-i ulemâ ve fukahâya (âlimlerin ve fakihlerin sözlerine) düşman ve ef’âl-i cühelâya (cahillerin hareketlerine) hayrân olmak ibtilâsı (belâsı) var. Besbelli, müşâbehet (benzeyiş) alâkası bunu icâb ediyor.
Dîn-i İslâm’ın menâbi-i asliyesini (ana kaynak ve delillerini) şöyle bir tarafa bırakarak, bazı pervâsız (arsızca çekinmiyen) insanların ve hatta bazı ÇILGIN MİLLETLERİN İHDÂS ETDİKLERİ (uydurdukları) hareketlerden ve emr-i vâkı’lerden (Anadolu’da yapıldığı gibi oldu bittilerden) DÎN bâbında FETVÂ ALMAK VE HÜKÜM VERMEK MODASI ZAMANIMIZDA HAYLİ İLERLEMİŞDİR. Böyle mübâlâtsız (dikkatsiz) ve saygısız hareketlerin ve hükümlerin dünyâda bir cezâsına çarpılmak tehlikesi görülmediği cihetle, mesâil-i dîniyyede HADDİNİ BİLEN VE BİLMİYEN HERKES, BİRER MÜFTÎ KESİLMİŞ, SALÂHİYYETDÂR BİR MÜCTEHÎD GİBİ MÜTÂLAA YÜRÜTMEYİ GÖZÜNE KESDİRMİŞDİR. Nasıl ki, Gümülcine’nin yeni cemaat reisi, Balkan Gazetesinin muharririne kıyâfet hakkında müftünün vermediği fetvâyı vermiş. (Rezâlete bakın, ta 90 sene evvelki manzara böyle ise, bugünki iğrençlikler hangi çukurdadır?) Dîn-i Celîl-i İslâm’ın garîb tecellîsine bakınız ki, Saraybosna’nın dîni bütün cemaat-ı İslâmiyye Reisi mahallî gazetelerde neşr olunan mektubları ile, dinsiz Reisü’l-Ulemâyı dîne da’vet ederken, Gümülcine cemaat reisi de, dindâr müftü efendiyi vazîfe-i şer’iyyesini îfâdan men’e cür’et ediyor. Sanki hatâ’ ederse ne olacak? Dinden mi çıkacak? Yağma yok… Dinden çıkmak, öyle eski hocaların anlatdığı gibi şimdi kolay değil! Bir adam kendi istemedikce onu kim dinden çıkarabilirmiş!? İşte Cemâl hoca da öyle diyor. (Aynen bugünkiler de, o günün ruhbân sınıfı gibi ve onların izinde…) Evet kimse çıkaramaz, lâkin, dîne karşı terbiyesini takınmıya mecbûriyyet hissetmiyerek de zor ile müslüman kalmak ve âdeta dînin başına BELÂ olmak istiyeni, ALLÂH da çıkaramaz mı acebâ? Bana kalırsa dînden çıkmak korkusunu ceffelkalem ilgâ eden asrîlerin murâdını beri tarafdaki gâfil müslümanlar iyi anlamıyorlar. Dinden çıkmakdan korkmamanın ma’nâsı, kolay kolay çıkılmadığından değil, çıkılırsa sanki ne lâzım gelir, ne kaybedilmiş olur tarzında bir korkusuzluk ve bir nev’i asrîlik ŞECAATİ iktisâb etmekdir. Onun içün DÎNİ tepe tepe kullanırsın; “Dîn beni terk etse bile, ben onun yakasını bırakmam” dersin; “Hele o kadar nazlanmasın, dînin bana ihtiyâcı, benim ona ihtiyâcımdan ziyâdedir” dersin; “Dîn, eski kafalı şaşkın hocalar gibi değildir, milyonlarca müslümanı elinden çıkarmak ister mi” dersin; elhâsıl ne olsa diyebilirsin! Çünki Dînin bugün murâkıbı ve muhâsibi yokdur. Mahlûl (dağılmış, sâhibsiz) bir arsa gibi, herkes onun üzerinde futbol oynamak hakkına sâhibdir!”
Büyük Allâme ve akâidde imam Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri devamla buyururlar:
Sözümüzü umûmî ve mübhem bir serzeniş tarzında yürütmüş olmamak içün misâl ile de îzâh edelim. Bakalım CAHİL Reisü’l-ulemânın dediği gibi insan dinden çıkdığını sarâhaten i’tirâf etmedikçe müslümanlığına hiçbir tarafdan toz kondurulabilir mi imiş, kondurulamaz mı imiş?
İşte Müslümanlık da’vâsını elinden bırakmıyan ve ukalâdan (akıllılardan) geçinen birçok adamlar var ki, Cemâl Hocanın da şimdilik Allâh kelâmı ve İslâmiyyet’in ebedî istinadgâhı olduğunu teslîm etdiği Kur’ân-ı Kerîm’in sarâhaten müsâadesine iktirân eden TEADDÜD-İ ZEVCÂTI VAHŞET ADDEDERLER. Yine Kur’an’ın sarâhati mu’cibince KADINI ERKEĞE MÜSÂVÎ TUTMAMAYI ADÂLETSİZLİK SAYARLAR. KUR’AN’DAKİ MİRAS AHKÂMINI MA’KÛL VE MANTIKÎ BULMIYARAK, FRENG KÂNÛN-I VERÂSETLERİ İLE MÜBÂDELEYE KALKARLAR. Kur’ân-ı Kerîm, Hazret-i Meryem’in iffet ve ismetine MÜKERRER âyetleri ile ŞEHÂDET EDERKEN, bütün dünyâdaki kadınlardan eşref (en şerefli) olduğunu söylerken, zor ile müslüman kalmak istiyen bu KABADAYILAR, Cenâb-ı ÎSÂ’nın hâşâ piçliği hakkında kendi akıllarınca kanaat muhâfaza ederler…Yani Kur’ân-ı Kerîm’in ŞEHÂDETİNİ TEKZÎB EDERLER… Türkiya hâricinde muhâlifler arasında gezen bir ittihadçı asker PAŞASI bilirim ki, işte bu i’tikadda bulunur, hem de MÜSLÜMAN GEÇİNİR, belki dîn-i İslâm’da ulemâdan geçinir; ve bittabi’ ulemâyı beğenmiyen ulemâdan!.”
…………………….
“Türkiye’nin ve DOBRUCA’nın dînini ve milliyetini kaybetmiş olan bu mahkeme-i şer’iyye düşmanları kadar, dünyâda daha sefil düşünceli adamlar olur mu acebâ?. Gayr-i müslim bir devlet idâresinde bulunan mahkeme-i şer’iyyeyi ilgâ etdirmek ma’rifet değil, açdırmak ma’rifetdir…. Bir memleketde hakk-ı kazâya nâil olmak, o ne MÜHİM BİR ŞEYDİR, NE BÜYÜK BİR İMTİYAZDIR. O imtiyâz, Dobruca ve sâir memleketlerdeki müslümanlara Dîn-i İslâm’ın şerefi sa’yesinde verilmişdir. Şimdi de DOBRUCA’nın ŞAŞKIN TÜRKLERİ ellerinde bulunan ve kendi gayret ve himmetleri ile bindebir cüz’ünü istihsâle kudretleri yetişmek ihtimâli olmıyan o büyük ni’meti tepmek ve sırf Dîn-i İslâm’a ihânet olmak içün tepmek cinnetinin hummasına tutulmuşlardır. Mahzâ Müslümanlık Dobruca’da darbelensin ve mutazarrır olsun diye mahkeme-i şer’iyyenin İslâm münevverlerine resmî bir post, maddî bir menfaat te’mîn etdiğini bile dumanlanmış gözleri görmüyor. VAY ŞAŞKIN HERİFLER, VAY ALÇAK HERİFLER VAY! Haydi sen gel de, AKLIN VE İNSÂFIN VARSA, ŞİMDİ BUNLARA YİNE MÜSLÜMAN DE BAKAYIM!……….”
…………………………………..
“Doğrusu, gerek DOBRUCA’daki kendi muhâkemeleri aleyhinde teşebbüs eden TÜRK VE MÜSLÜMAN AZMANLARININ ve gerek Türkiye’deki müşevviklerinin şu hareketi, MAYASI BOZULMUŞ VE AKLINI KAÇIRMIŞ (….) MİLLETİNE MAHSÛS MASKARALIKLARDIR Kİ KENDİ MENFAATİNE VE KENDİ ŞEREFİNE BU DERECE HÂİNÂNE TECÂVÜZ EDEN ADAMLAR DÜNYANIN BAŞKA MİLLETLERİNDE GÖRÜLMEK İHTİMÂLİ YOKDUR……. İşte biraz evvel ta’dâd etdiğimiz vechile, sarâhaten Kur’ân-ı Kerîm’de zikr olunan birçok ahkâm-ı şer’iyyeyi BEĞENMEMEK VE REDDETMEK CÜR’ETİNDE BULUNSUNLAR, HEM DE MÜSLÜMAN KALSINLAR… BU NE KADAR TENÂKUZ! KUR’AN-I KERÎM’İN MÜNDERACÂTINI KISMEN TAHTIE EDEN BİR ADAM, ONUN ALLÂH KELÂMI OLDUĞUNU KABÛL ETMEDİĞİNDEN BUNA CÜR’ET EDER. Cenâb-ı hakk bazı şeyleri iyi bilememiş, şimdi akıllı kulları allâh’ın yanlışlarını tashih ediyor!” denilemez ya! Demek ki herif Allâh’ı beğenmiyor, Peygamber’i tahkîr ediyor, hem de Allâh’a îmân etdim, Peygamber’e îmân etdim, müslümanım diyor…… Herifi Kur’an tekfîr ediyor, akıl ve mantık tekfî ediyor, TENÂKUZLU ÎMÂNI tekfîr ediyor.
(Yarın Gazetesi, 10 Ramazanü’l-Mübarek Cum’a, 1346 – 2 Mart 1928)
Şeyhülislâm Merhûm Devam buyururlar:
“Farz-ı muhâl olarak edille-i erbaa-i şer’iyyenin diğer üçünü Cemal Hoca’nın arzusu vechile çürüğe çıkarıb yalnız Kur’ân’a i’timâd edilse, Kur’ân-ı Kerîm’in ma’nâsını iyi anlamak husûsunda yine ömrünü Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak içün lâzım olan ulûm ve fünûn içinde geçirmiş âlimlerle câhillerin farkı olmıyacak mı? Ve bu âlimler, şu âyetden şu hükm-i şer’î anlaşılır diye ittifâk ederlerse, onların ittifaklarına kıymet ve ehemmiyet verilmiyecek mi?…….. Tâ ashâb ve tâbiîn devrinden i’tibâren hiçbir dînin ulemâsına kıyas olunmıyacak sûretde dîn-i İslâm’a hızmetleri sebkeden ve muhalled eserleri ile bütün dünyâya ilm-i hukuk dersi veren müctehidler, muhaddisler olmasa idi, dîn-i İslâm bize kadar tahrîf ve tağyîrden masun olarak nasıl intikâl ederdi? Câhil Reisü’l-ulemâ bilsin ki, icmâ-ı ümmetin istinadgâhı bulunan ulemâ-i İslâm, Kur’an-ı Kerîm’i 1300 senedir olduğu gibi muhâfaza etmişlerdir. Eğer onların sözü ve icmâı hüccet olmazsa, Kur’ân-ı Kerîm’in mevki-i ihticâcı (delil oluşu) da tezelzül eder. Belki Cemal Hoca gibi, dinsizlerin arzusuna hızmet eden din âlimlerinin istedikleri de budur. Lâkin henüz buna sıra gelmemişdir. Evet REİS Cemâlettin “Ben her zeman içün hükmü cârî ve ebedî olan Kur’ân-ı Kerîm’e bakarım” diyerek, fukahâyı ve eimme-i mezâhibi istihfâf ederken, Kur’ân-ı Kerîm’i elinde kalkan yapdığına inanmayınız, aldanmayınız. Mûmâileyhin akvâl-i fukahâya, müctehid sözüne i’timâd etmem, Kur’ân-ı ve hadîsi tanırım” dediğine ne bakıyorsunuz? Böyle dinsiz daykavuğu câhil hocaların asıl maksadı, âyet ve hadîsi ibtâl etmekdir. Yoksa Kur’an ve hadîsi hâdiseye tatbîk içün bile fıkha ve ictihada ihtiyac bulunduğunu bilemiyecek ve takdîr edemiyecek kadar akılsız olamazlar. Kur’ân’a ve ehâdîse istinâd etmek istiyen adam, fıkh-ı İslâm’ı ve fukahâ-i İslâm’ı nasıl istihfâf edebilir ki, nusûsa istinâd mesleğinin en sâdık, en müdakkik ricâli onlardır. Cenâb-ı Risâletpenâh Efendimizle ashâb-ı kirâmının sîret ve hareketlerini düsturü’l-amel ittihaz etmek üzere o derece tedkîk ve ta’kîb etmişlerdir ki, aktâr-ı İslâm’daki bazı müslüman kadınlarının adem-i tesettürünü da’vâsına câhilâne bir sened olarak dermeyân eden Cemal Hoca, kendi asrının müslümanlarını bile o kadar bilmez. İşte fıkıh kitablarında tesbit edilen şeâir-i İslâmiyye, İslâm’ın “asr-ı zehebi” ta’bîr olunan devr-i menşeisinden alınmışdır. Şimdi buna mukâbil Cemal Hoca da Müslümanlığı, İran, Tûrân âdetlerinden veyahud İstanbul’da Bosna’da daha evvelden açık gezen kızların hareketlerinden ahz ve İSTİNBÂTA çalışıyor. Kur’an-ı Kerîm’i eline diline KALKAN yaparak fukahâ kelâmını istihfâf eden Cemal Hoca’nın asıl maksadı Kur’an ve ehâdîsi ibtâl etmekdir.” Demişdim. Bakınız bu da’vâmı nasıl İSBÂT edeceğim!
Ma’lumdur ki Türkiya’ya daha yakında gidüb gelen mûmâileyh, oradaki M. Kamal inkılâbından medh ve sitâyişle bahsetmiş ve bu inkılâbın Dîn-i İslâm’a mugâyir bir ciheti olduğunu söylememiş. BOSNA müslümanlarının da tarîk-i teceddüdde yeni Türkiya’ya peyrev olması (uyması, peşi sıra gitmesi) temennîsinde bile bulunmuşdur. Demekki Cemal Hoca, Türkiya inkilâbının her tarafını beğeniyor. Beğenmediği ve tenkîde lâyık gördüğü noktalar olsa, ma’raz-ı beyanda (beyanlarının başlangıcında) onlardan da bahsederdi. Türkiya inkilâbının en mühim ciheti ise, orada hükûmetin MECELLE gibi fıkıhdan alınan kânunları ilgâ ederek, yerine İsviçre kânunlarını ikâme etmesidir. Demekki Cemal Hoca bunu da hoş görüyor. Hatta hoş gördüğü içün icmâ-ı ümmete, kıyâs-ı fukahâya i’timadsızlık göstererek, “Müslümanlık, fıkıh kânunlarından ibâret değildir” demek istiyerek onların şu kânun mübâdelelerini zımnen müdâfaaya bile çalışmış oluyor. Halbuki Kamalist hükûmeti fıkıh ve Şerîat kânunlarını âyet ve hadîs gibi zemanın teceddüdü ile deceddüd etmiyen SÂBİT esâsa müstenid bulunmak töhmetiyle hükümden iskât etmişdir. Yani ilm-i fıkıh kânunlarının onlara göre kusur ve kabahati icmâ’ veya kıyâs-ı fukahâ tarafında değildir. Çünki bunlar zamana göre bir dereceye kadar değişebilir. Asıl değişmiyen ve ta’dîl ve tebdîl kabûl etmiyen, KİTAB ile SÜNNET vardır ki, fıkıh kânunlarının en ziyâde başı bu iki üssül esâsâta bağlı olması, asrî (!) kamalist hükûmetin işine gelmemişdir. Bunu, o hükûmetin erkânı velâsiyemâ (hususan) adliye vekîli kemâl-i cür’et ve salâhiyyetle söylediler.. Bosna’nın reisü’l-ulemâsı işitmemiş mi? Gazetelerde okumamış mı? Hâin MÜNÂFIK! İCMÂ-I ÜMMETİ VE KIYÂS-I FUKAHÂYI beğenmiyor da, âyet ve ehâdîsi beğeniyor öyle mi? DİNSİZ efendileri icmâ’ ve kıyasdan ziyâde değişmiyen âyât ve ehâdîsi istemediklerini söylerken, onların Bosna’daki vekîl-i müdâfii “âyet ve ehâdîse i’timâd ederim” derse, inanır mısınız?”
(Yarın Gazetesi, 25 Ramazânü’l-Mübârek 1346/16 Mart 1928 Cuma) D.96
Mâba’dini nasibse yarın tamamlıyalım…
İntişârı 07.06.2018 / 04:52:22