Sıçanı Gebertiniz.
22 Temmuz 2017
Necip Fazıl’dan Mareşal Fevzi Çakmak’a İhtilal Teklifi
15 Ağustos 2017

 İMAM-I RABBÂNİ’NİN HAYATI

Merhûm Üstâd Necip Fâzıl 

 

 

Eseri, Allah ve Resulünün kitaplarından sonra dinin en büyüğü… Zatı da, velîlik ikliminin ufku…
*
Hicretin 971’inci yılında Hindistan’ın Serhend kasabasında dünyaya geldiler.

Lahor ve Delhi arasındaki Serhend… Serhend, siyah arslan demek… Vaktiyle burası arslanlar ormanıymış… Sonradan orman kesilip yerine, ümmet ve hakikat ormanlarının en büyük arslanına yataklık etmek üzere şehir bina edilmiştir…
*
İsmi Ahmed… Babası Abdülahad… Yirmi dokuzuncu babası, büyük sahabi Hazret-i Ömer’e varıncaya kadar dedeleri, ilim ve fazilette müstesna kimseler…
*
Çocukluğunda ağır hastalanıyor. Ümid kesilecek kadar… O’nu büyük bir Kadirî şeyhine götürüyorlar. Şeyh çocuğu öpüyor:

-Korkmayın, diyor; uzun yaşayacak ve pek büyük insan olacak…
*
Küçük yaşta Kur’ân’ı ezberliyor. Her şubesiyle bir çok büyükten devşirdiği ilim… Onyedi yaşında tamamlanan tahsil… Edebiyata büyük alaka ve istidat… Eşsiz zeka, muhteşem belâgat, parlak fesahat, keskin görüş, başındaki tacın elmasları… Bu sırada (Tehlil Risalesi), (Rafizileri Red Risalesi), (Nübüvvetin İspatı Risalesi) kaleme alınıyor.

İleride, dünya çapındaki (Mektûbat)ın öncüleri…
*
Gençliğinde merakı tek: Tasavvuf, marifet, hakikat… Ve bu işin mektebi tarikat… Hususiyetle Nakşîlik…

Okumadığı kitap kalmıyor.

Fakat kitap, kelimeler, harfler, sadece güneşin aynada aksi… Güneşi bulmak lazım… Reçetenin kendisi, kağıdı devâ değildir. İş ilaçta… İlaç da mürşit…
*
Babasının vefatından sonra Hacca gitmek üzere Serhend’e çıkıyor, Delhi’ye uğruyor. Orada Muhammed Bâkibillâh…

İşte Mürşid…

Bir anda kalbini saran feyz…

“Haccı tamamlayayım da dönüşümde hizmetine gireyim ve artık yanından ayrılmayayım” diye düşünürken, gönül tutuşması o hâle geliyor ki, Hac’dan vazgeçiyor ve şeyhe bağlanıp kalıyor. Tam iki ay…

Şeyhinin eteği dibinde geçirdiği zaman bu kadar… İki ay içinde öyle hallere erişiyor ki, başkalarınınki ses hızıysa onunki ışık sürati…

Üstadından emir alıyor:

-Yolun tam icazetini aldın… Memleketine dön ve İrşad halkanı kur! Bundan böyle senin eteklerine yapışsınlar!..
*
Yüzgeri Serhend… Şeyhi, yola düşenlerden çoğunu, onun arkasından Serhend’e gönderdi.

İşte İrşad edicilerin İrşad edicisi, İmam-ı Rabbâni, Müceddid-i Elf-i Sanî, Şeyh Ahmet-i Faruk-i Serhendî Hazretleri…
*
Dünya eteklerinde…

Hatta şeyhi bile…

Muhammed Bâkibillah Hazretleri Delhi’den kalkıp Serhend’e geldi ve eski müridinin kapısından girdi. Ahmed, içeride, kalbine eğilmiş, kendi halinde…

-Rahatsız etmeyin, diyor; ben dışarıda beklerim.

Biraz sonra İmam-ı Rabbâni dışarıya çıkıyor:

-Kim var orada?

-Benim; fakir Muhammed Bâki…

İmam-ı Rabbâni Hazretleri, kırık ve dökük, mürid kılıklı ve düşük halli, bir köşede bekleyen üstadını hürmetle karşılayıp baş köşeye oturttu.
*
Muhammed Bâkibillah Hazretlerinin müridlerinden Seyyid Muhammed Numan:

-İmam-ı Rabbâni’ye bağlanmam emrolunca, büyüğüme, bunu yapamayacağımı ve kalbimin kendi kalbine karşı olduğunu söyledim. Şeyhim kızdı: “Sen Ahmed’i ne sanıyorsun? Onun güneş kalbi bizim gibi binlerce yıldızı örter!” buyurdu; “Teslim ol!”
*
Şeyh Muhammed Bâkibillah:

-Kalblere deva, gönüllere şifa olan bu tohumu, Semerkand ve Buhara’dan getirip Hindistan’ın bereketli Toprağına ektim. İsteklilerin yetişip kemale ermesi için uğraştım. Ahmed her dereceyi aşıp üstünlüklerin sonuna varınca da, kendimi aradan çektim ve isteklileri ona bıraktım.
*
Nakşî…

Kadirî…

Çeştî…

Sühreverdî…

Kübrevî…

Yollarını daha niceleriyle beraber kutsî nefeslerinde topladılar…
*
(Mektubat)da buyurdukları gibi:

Bir mürakebe ânı… Allah Resülü tecelli ediyorlar…

-Sana, şimdiye kadar hiç kimseye verilmeyen izni vermeğe geldim.

Ve ilave ediyorlar:

-Sen hangi cenazenin namazında bulunursan o affedilecek ve cennete girecektir.
*
Şeyh Hasan (Gavsî):

– İmam-ı Rabbâni; mahbubiyet makamının sahibi ve hidayet meclisi kürsüsünün ziyneti, ferdiyet derecesinin ehli, kutbiyet mertebesinin reisi…
*
Haklarındaki “Müceddid-i Elf-i Sâni” tabiri Mevlânâ Abdülhâkim (Sıyalkütî) tarafından… Kendilerini ilk defa “İkinci Bin Yılın Yenileyicisi” ilan eden, bu zat…

İkinci Bin Yıl, topyekun zamanı da içine alarak, Allahın Resulüne bağlı… şeyh Ahmed Farukî Hazretleri ise, topyekun zamanın Sahibine tam teslimiyet halinde, O’na ait ölçüler ve hikmetlerin İkinci Bin Yılda Yenileyicisi… Böyle olunca, daima başbuğ emrinde, en büyük birliğin kumandanı, İmam-ı Rabbanî hazretleri… Zamanımız onun armasını taşıyor. Daha altı yüz sene taşıyacak… Aradaki asır yenileyicileriyse, hep onun emrinde; ve hep onun emrinde kalacak…

Bu, İmam-ı Rabbânî’yi anlamaya doğru bir dış ölçüdür.
*
Buyuruyorlar:

-Kıyamet gününe kadar bu yola girecek olanları, tek tek gördüm ve bildim. Allahın izniyle hepsinin ismi ve cismi bana bildirildi. Bu yola gireceklerin de baştanbaşa ateşten kurtulacakları bana müjdelendi.
*
Peygamber Müjdesi:

“Ümmetimden (Sıla) lakaplı birisi gelecektir. Onun şefaatiyle Cennete çok kimse girecek…”

Sıla; arasını bulmak, birleştirmek, vasletmekten geliyor. O, veliler velisi, “Vahdet-i vücut” meselesini dibine ve köküne kadar hal ve fasl etti ve şeriatla tarikatı birleştirdi.
*
Tasavvuf alimleri ve kendi yakınları arasında, İmam-ı Rabbanî Hazretleri, (Sıla) diye anıldığına ve kendilerinden evvel hiç kimseye bu takılmadığına göre, işte Peygamber müjdesinin mazharı!..

Bir mektubunda buyuruyor:

-Beni iki derya arasında sıla eden Allaha hamd ederim.
*
Şeyhülislam Ahmed Câmi:
-Allah her dört yüz senede bir, Ahmed isimli bir kuluna büyük ihsanlar verir ve bu ihsanları herkes görür.

Yine Şeyhülislam Ahmed Câmi:

-Benden sonra Ahmed isminde on yedi kişi gelir. Bunların sonuncusu bin tarihinden sonradır ve en büyüğü odur.

İmam-ı Rabbanî’den dört küsur yıl evvel söyledi bu sözler…
*
Zikir halkasında gâibden bir nida duyuyorlar:

-Sana ve kıyamet gününe kadar seninle bana yönelecek olanlara mağfiret ettim.
*
İlk halifeleri Şeyh Numan, rüyasında Allahın Resulüyle Ebu Bekir Hazretlerini görüyor.

Kainatın Efendisi, Ebu Bekir Hazretlerine diyorlar ki:

-Numan’a haber ver; kim Ahmed’in makbuliyse, benim de makbulüm, Allahın da… Şeyh Ahmed’in istemediğini ben de istemem, Allah da …
*
Müridlerinden biri rüyasında Hızır’ı görüyor ve el almak istiyor:

Aldığı cevap:

-Sen öyle birine bağlısın ki, irşadı sana ve bütün aleme yeter!
*
Seyyid Salih:

-Şeyh Ahmed Farukî Hazretleri beni bir iş için uzakça bir yere gönderediler. Yolda”Liîlâfi” suresini sık sık okumamı emrettiler, ve eğer bir sıkıntıya uğrayacak olursam, kendilerine, isimleriyle nida etmemi tembihlediler. Yolda ıssız bir sahraya düştüm. Çalılıklardan müthiş bir canavar çıktı. Hemen, Efendimi isimleriyle imdada çağırdım. Canavar bir anda durdu, geriye döndü ve koşarak kayboldu. Yoluma devam ettim.
*
(Ravtâ-tül İslâm) sahibi:

-Şeyh Ahmed Farukî Hazretlerinin, kendilerinden sonra dünyada iki büyük harikaları kaldı. Biri “Mektubat”… Ondaki hikmet ve hakikat derecesine kimse ulaşamadı. Öbürü de çocukları… Hiçbir baba, oğullarına bu derecede tesir edemedi ve onları kendi dengine çıkaramadı.

Başta, kaniyle olduğu kadar ruhiyle de babasının mirasçısı, “Altun Silsile” içinde mukaddes emanetin ilk defa baba elinden alıcısı Şeyh Muhammed Masum Hazretleri… Hepsi yedi oğul…
*
Mürakabede kendilerine, Kadirî nisbetini veren şeyh zuhur edip, omuzlarına Abdulkadir Geylanî Hazretlerinin hırkasını koyuyor. Kadirîlik feyzi içinde uçarlarken hatırlarına bir incelik geliyor:

-Ben Nakşî yoluna bağlıyım. Şimdi de beni Kadirilik bağının tecellileri sarmakta… Sakın bu hal Nakşî büyüklerini incitmesin?..

O zaman, üzerinde ne kadar bağ varsa hepsinin birden büyüleri tecelli edip bir ağızdan hitap ediyorlar:

-Şeyh Ahmed bizdendir!

Ana cadde Nakşîlik… Her nisbetten de kendilerine birer yol…

“Bütün yollar Romaya çıkar” sözü madde ölçüsüne göre âdi bir lâftır; asıl bütün yollar, ruh yolları İmam-ı Rabbanî’ye çıkar.
*
Şeyhin uzaktan cazibesine tutulanlardan biri, günlerce yol alıp Serhend’e geliyor. Kasabaya akşam üstü vardığı için Şeyhi rahatsız etmek istemiyor ve bir tanıdığının evine misafir oluyor.

Gece, tanıdığiyle şeyhten konuşuyorlar. Meğer bu tanıdık, İmam-ı Rabbanî’yi inkar edenlerdenmiş… Kötü konuşuyor.

Ertesi sabah, uzakların yolcusu huzurda… İmam-ı Rabbanî Hazretleri, hiçbir söz açılmadan buyuruyorlar:

-Gece, evinde misafir kaldığın adam sana, bizim hakkımızda bir sürü yalan söyledi.
*
Kendilerine “İkinci Binin Yenileyicisi” ismini veren büyük zat da başlangıçta inkar edenlerden… Rüyasında kendisine okutulan bir ayet, gözlerini ve ruhunu öyle açıyor ki, İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin delisi, divanesi oluyor…
*
Hastalandılar, ceviz istediler. Bir kab içinde, yanıbaşlarına ceviz konuldu. Eleriyle kabı karıştırdılar ve ancak bir tanesini yediler ve buyurdular:

-Bu cevizleri alın! Hastalara verirsiniz…

Cevizden yiyen her hasta iyi oldu.
*
Seyyidlerden, Kainatın Efendisine bağlı mukaddes sülaleden birisi, Muaviye Hazretlerine düşmanlık edermiş… Bir gün bu seyyid, (Mektubat)ı okurken orada Muaviye’nin methedildiğini görür ve öfkeyle (Mektubat)ı yere atar. Aynı günün gecesi, rüyasında, İmam-ı Rabbanî Hazretlerini… Seyidi kulağından tutmuş, haykırıyor:

-Cahil! Sözümüze ve ölçümüze güvenmiyorsun, öyle mi? Gel, seni, ceddin ve Peygamber Evinin temsilcisi Hazret-i Ali’ye götüreyim de işin gerçeğini ondan öğren!

Huzura çıkıyorlar. Peygamber Evinin temsilcisi ve güya kendisine sevgi iddia edilerek köpürtülen Muaviye nefretinin vesilesi, Büyük İmam, buyuruyorlar:

-Sakın Allah Resulünün sahabilerine düşmanlık etme! Peygamber dostlarına çatan ve Şeyh Ahmed’in bu davadaki hak ölçüsünü dinlemeyen, felakettedir.

Peygamber Evinin temsilcisi büyük sahabi, ayrıca İmam-ı Rabbanî’ye emir veriyorlar:

-Bu cahil, sözden anlamıyor. Göğsüne vurun da aklı başına gelsin ve tövbe etsin!..

Emir yüksek yerden geldiği için yerine getiriliyor. İmam-ı Rabbanî Hazretleri Seyidin göğsüne vuruyor.

Seyydi, uyanınca, göğsünde müthiş bir sızı… Ve kalbinde derin bir nedamet, yeni bir anlayış ve tövbe isteği…imam-ı Rabbanî’nin mübarek ellerinden öpmeğe koşan ve bir daha bu eli bırakmayan Seyyid…
*
İlk gençlik çağlarında yazdıkları üç risalede sonra, tam olgunluk devirlerinde, yalnız mektup yazmakla, suallere cevap vermek ve hakikati tamimlendirmekle yetindiler. Sonradan bunlar toplanıp (MEKTÛBAT)ı teşkil etti ve insanoğlunun en üstün eseri oldu.

Mektubat üç cilddir ve esası Farsça’dır. İçinde birkaç Arapça mektup da vardır. Bütün İSlam dillerine tercüme edilmiştir.
*
İmam-ı Rabbanî’nin anlatılmaz büyüklüğünü yine eseri anlatır:

(Mektubat)ın getirdiği, İkinci Binin Yenileyiciliği çapındaki yenilik; “Vahdet-i Vücud” meselesini aklın son haddiyle tesbit etmesi; ve Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin yanlış anlaşılan ve eserle müessiri bir gösterdiği vehmine düşülen “Vahdet-i Vücud” davasını tam gerçeğe bağlamasıdır.

“-Allah, ötelerin ötesinde, ötelerin ötesinde; ötelerin ötesinde…”

Yani, nerede onu buldum ve teşhis ettim sanırsan onun da ötesinde, namütehani ötesinde…

Meşhur düstur;

-Ne ki, o zannedersin; zannettiğin o şey, ona perdedir.

Böylece:

-“Heme ost” değil; ”Heme ez ost”… “Her şey o” değil; “her şey ondan”…

(Mektubat), İkinci Bin Yıla girerken bir bir fesada bulanan İslam hakikatinin en mahrem inceliklerini, İkinci Bin Yılın Yenileyiciliği haysiyetiyle billûrlaştırmış; ve dağıtılışın, kayboluşun, kaybedilişin son haddinde, her şeyi merkezxde toplamış ve kazandırmış, muazzam eser…

Ölçü:

“-Allah ve Resulünün kitaplarından sonra dinin en büyük eseri Mektubat’tır”.
*
İlahi tecellilere; ve İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin büyüklüğüne ve derecesine ait bütün ölçüler (Mektubat)da:

“-Allah bana rahmetiyle tecelli etti; rametinden başka hiçbir şey göremedim. Kahriyle tecelli etti; kahırdan başka hiçbir şey göremedim.”
*
Mürid, şeyhine şöyle bağlanmalıdır:

“-Gassâl (yıkayıcı) elindeki ölü gibi…”
*
Mihnet ve ıstırap mı dediniz:

“- Mihnet ve ıstırap, aşkın levazımındandır. Çaresiz katlanılacak… Yoksulluk, dert ve gam… Bunlar Lazımdır. Dost, sevdiğini, kendisinden başka her şeyden kesilmiş ve sıyrılmış görmek ister. Bu makamda huzur, huzursuzlukta; karar, karasızlıkta; rahat, rahatsızlıkta… Bu makamda nefse çare aramamak, kendisini mihnet ve ıstıraba bırakmaktır ki, devanın tâ kendisi… O zaman da insan, kendisini sevgiliye ısmarlamış ve bırakmış olur; devlet bundadır. Devlet, ondan ne gelirse razı olup onu kabul etmektedir.”
*
Yakınlık, sadece yakınlık:

“- Bu yolun divaneleri, elde ettikleri hiçbir yakınlıkla teselli bulamazlar. Öyle bir yakınlık isterler ki, uzaklığa benzer; ve öyle bir visal dilerler ki, gurbeti andırır olsun. Yoksa yakınlığa benzer ve visali andırır gurbetlerden ne fayda?..”
*
Ve tek yol:

“- Şerif ve latif mektubunuz, zayıf ve nahif kölenize ulaştı. Sevenlerimiz bilsin ki, Allah ehlinin (Fenâ) diye isimlendirdiği ve tabiî ölümde evvel gelen ölümle ölünmedikçe kusd alemine yükselmek mümkün değildir. Yoksa kalb, bâtıl dünya mabudları ve nefs putlarına tapmaktan kurtulamaz. İslamın hakikati ve imanın kemaline de eremez.”
*
En büyük mesele:

“-Vahdet-i vücud ve Zatî tecelli davasının belirttiği nisbetlerle Allah arasında hiçbir münasebet olmadığı, bizce, yakînin yakîni halinde sabittir. Hak ehlince çoktan beri bilindiği gibi, ihata ve yakınlık ancak ilimledir; ve Allah hiçbir şeyle ittihat halinde değildir. Vücudu vâcib olanın, vücudu mümkün olanla ittihadı muhaldir. Gariptir ki, Muhiddin-i Arabî ve bağlıları, Allaha (Mutlak meçhul) derler, onu hiçbir hükümle mahkum bilmezler de, böyleyken Zatî ihata, yakınlık ve mahiyet ispatına kalkarlar. Bu, büyük bir yanlıştır ve Allahın zatını teşhis yolunda yersiz bir cesarettir.”
*
Nihayet

“-Bu dava, bu fakire pek giran gelmekteydi. Bana en büyük ıstırabı veren bu türlü tevhid ifadesinin verasındaki son hakikati ve o hakikatin ulvîliği henüz kavrayabilmiş değildim. Allaha bütün kalbimle yönelerek yalvardım ki, bendeki ilmî ve şer’î inanış kaybolmasın; ve ben, en ileri keşif noktasından bu inanışı gerçekleştireyim… Duam kabul edildi. Önümde hiçbir hicap kalmadı, hakikat bana olduğu gibi göründü. Gördüm ki, alem, sıfatî kemallerin aynalarından ibarettir ve ilahi isimlerin zuhuruna yerdir. Yoksa, (vahdet-i vücut)cuların vehmettiği gibi, (Zahir) ile (Mazhar), (Gölge) ile (vücut), birbirinin aynı değildir.”
*
Deryadan daha ne göstereyim?.. Ha birkaç damla, ha dünyanın taşıyamayacağı kadar su…

(Mektûbat): İnsanın; insan ruhunun, ilahi hikmetlerin ve ötelerin, riyazî bir kesinlikle çizilmiş topoğrafyasıdır.
*
Buyurmuşlardır li:

“-Daha üstümde bir çok derece var… Oralara ancak sert terbiye, Celil terbiyesiyle, bela ve mihnetle yükselinebilinir.”

Ve buyurmuşlardır ki:

-Elli ile altmış yaşım arasında üzerime türlü belalar yağacak…

Dedikleri gibi oldu.

Zamanın padişahı, insana mahsus ulvîlik sıfatlarının, üzerinde misilsizliğe kavuştuğu bu veliler velisini hapse attı, bir kalede iki, üç sene hapsetti.
*
Bir çok alim ve şeyh taslağının etrafı kendilerinden çözülüp İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin çevresinde toplanmaya başlamıştı. Bu akın, bu küçük insanları telaşa düşürdü. Veliler velisi hakkında bir kin, kıskançlık, iftira fırtınasıdır koptu.

-Cüneyd, Beyazid gibi büyükleri inkar ediyor, onları aşağı görüyor!

Buradan da iftira, şu nazik noktaya çevrildi:

-Hükümeti tanımıyor! Ben hükümet, mükümet tanımam diyor!

Zamanın Sultanı Selim Cihangir, bütün etrafıyla Râfızî… Bundan da faydalandılar; ve sultana İmam-ı Rabbanî’nin Râfızîlik aleyhindeki mektuplarını gösterip:

-İşte!

Dediler.

Sultan, kendisine secde edilmesinin caiz olduğuna dair elinde bir fetva, oğlunu İmam-ı Rabbani’ye gönderdi.

-Bu fetvayı doğrularsan kurtulacaksın!

Cevapları:

-İnsan, böyle bir fetvayı doğrulaması için ölümle korkutulacak olursa (evet!) diyebilir, izin vardır; fakat gerçek din ölçüsü ve izinden faydalanmaksızın azimet ruhu, sultana secdenin caiz olmadığını söylemektedir. Ecel gelince de zaten kimse kimseyi korkutamaz.

Ve kaleye hapis…

İmam-ı Rabbanî’nin etrafında bütün zindan Müslüman… Kalenin muhafızına kadar… Nihayet sultan, ettiğine pişman, zindan kapısını açıyor ve büyük velîden af diliyor.
*
Hicri 1031 Safer ayının 28’inci Salı günü, yeniledikleri asrın başında, gözleri bu asrın Muhammedî nuru karartan zulmetlerinde, bütün dünyaya veda ettiler. Fakat öyle bir nur ipliği bıraktılar ki, karanlık bütün fezayı tısta onu yine bir paket içinde sarar ve ebediyet istilasını karanlığa bırakmaz.

Galib, Allah; ve ebediyet, nur…
*
Vefatlarında, Hindistan usulünce ellerini göğüslerinde birleştirip bağladılar. Biraz sonra ellerinin titrediği, kımıldadığı, bağını gevşettiği, çözdüğü ve serbest kaldığı görüldü. İmam-ı Rabbanî hazretleri, kollarını, İSlam adetince yanlarına uzattılar be öylece hareketsiz kaldılar.

Bu küçücük riayette, İkinci Bin Yılın Yenileyicisine ait, en büyük hakikat ve marifet içinde, şeraite noktası noktasına bağlı olmanın ne harikulade misali var!.. Kerametin üstü!..
*
O, Peygamber yolundan kıl kadar dışarıya sekmedi ve yalnız bu sırrı talim etti.
*
Alayişsiz, gösterişsiz, kerametin belirtilmesini hiyanet bilen, şeraitten başka mizan ve ölçü tanımayan, boş ve manasız tek kelimesi ve hareketi olmayan, dışarıdan sarp ve kuru görünüp de içeriden avizelerinin her mumunda bir güneş pırıldayıcı sarayın sahibi, büyükler büyüğü…*

Keşifte, Allahın Resulüne İmam-ı Rabbanî’yi soruyorlar; ve emir üzerine onun “Allah ötelerin ötesinde” düsturunu okuyorlar.

Kainatın Efendisi, bu düsturu üç kere okuyorlar ve buyuruyorlar:

-Ümmetimin içinde var mı onun gibisi?..

Ümmetin, sonsuzluk ümmetinin, Peygamberi gözüyle görenlerden sonra en büyüğü…
*
İmam-ı Rabbanî Hazretlerinden birkaç kol sonra, kurtuluş kervanının kol başlarından olarak gelen Mevlana HAlid Hazretlerinin Farisi Divanından:

“Rabbim;

O sonsuzluk yolcusu,

İlim sahiplerine baş,

Gözle görülmez, akılla erilmez sırlar kaynağı,

İnsanların anlayamadığı, ancak senin bildiğin büyüklerin mazharı,

Köpüren, dalgalanan, yükselen manaların deryası,

Maddesizlik, mekansızlık aleminin şahı,

Nuriyle Hind illerini ışıldatan,

Serhend beldesini; Musa Peygambere Allah kelamının indiği şerefli vadiye çeviren,

Sevgilinin getirdiği dinin ululuğuna sened,

Dibsiz görüş meclisinin ışığı,

Hayal uçmaz yüksekliklere ulaşan,

Dini bütünler ordusunun başbuğu ve eteğindekileri ortaya çeken

Ahmed-i Farukî’nin gözleri nuru hürmetine beni affet!”
*
(Allahım, ben de bu yalvarış hürmetine senden af diliyorum… Mevlana Halid’în eteğini tutanın, eteğini tutanın, eteğini tutanın, eteğinden bir iplikçik tutan ben… Abdulbaki fazıl oğlu Ahmed Necib…)

Mektûbat- İmam-ı Rabbanî
Necip Fazıl Kısakürek

***************************

Veliler Velisi İmam-ı Rabbani


(1967 Büyük Doğuları, sayı; 2, sayfa; 4-5)

Başta, kanıyle olduğu kadar ruhuyla da babasının mirasçısı, Altın Silsile içinde mukaddes emanetin ilk defa baba elinden alıcısı Şeyh Muhammed Masum Hazretleri, hepsi yedi oğul…
Mürakabede kendilerine, Kaadiri nisbetini veren şeyh zuhur edip, omuzlarına Abdulkadir Geylani Hazretlerinin hırkasını koyuyor. Kadirilik feyzi içinde uçarlarken hatırlarına bir incelik geliyor:
-Ben Nakşi yoluna bağlıyım. Şimdi de beni Kadirilik bağının tecellileri sanmakta… Sakın bu hal Nakşi büyüklerini incitmesin?
-O zaman, üzerlerinde ne kadar bağ varsa hepsinin birden büyükleri tecelli edip bir ağızdan hitap ediyorlar:
–Şeyh Ahmed bizdendir!
Ana cadde Nakşilik… Her nisbetten de kendilerine birer yol…
“Bütün yollar Roma’ya çıkar” sözü madde ölçüsüne göre adi bir laftır; asıl bütün yollar ruh yolları, İmam-ı Rabbani’ye çıkar.
Şeyhin uzaktan cazibesine tutulanlardan biri, günlerce yol alıp Serhind’e geliyor. Kasabaya akşam üstü vardığı için şeyhi rahatsız etmek istemiyor ve bir tanıdığının evine misafir oluyor.
Gece, tanıdığıyla şeyhten konuşuyorlar. Meğer bu tanıdık, İmam-ı Rabbani’yi inkar edenlerdenmiş… Kötü konuşuyor.
Ertesi sabah uzakların yolcusu, huzurda… İmam-ı Rabbani Hazretleri, hiçbir söz açılmadan buyuruyorlar:
– Gece, evinde misafir kaldığın adam, sana bizim hakkımızda bir sürü yalan söyledi.
Kendilerine “İkinci Binin Yenileyicisi” ismini veren büyük zat da, başlangıçta inkar edenlerden… Rüyasında kendisine okutulan bir ayet, gözlerini ve ruhunu öyle açıyor ki, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin delisi, divanesi oluyor…
Hastalandılar. Ceviz istediler. Bir kab içinde, yanıbaşlarına ceviz konuldu. Elleriyle kabı karıştırdılar ve ancak bir tanesini yediler ve buyurdular;
-Bu cevizleri alın! Hastalara verirsiniz…
Cevizden yiyen her hasta iyi oldu.
Seyyidlerden, Kainatın Efendisine bağlı mukaddes sülaleden birisi, Muaviye Hazretlerine düşmanlık edermiş… Bir gün bu seyyid, “Mektubat” ı okurken orada Muaviye’nin methedildiğini görür ve öfkeyle “Mektubat” ı yere atar.
Aynı günün gecesi, rüyasında İmam-ı Rabbani Hazretleri…Seyyidi kulağından tutmuş, haykırıyor:
-Cahil! Sözümüze ve ölçümüze güvenmiyorsun, öyle mi? Gel, seni ceddin ve Peygamber Evinin temsilcisi Hazreti Ali’ye götüreyim de işin gerçeğini ondan öğren!
-Huzura çıkıyorlar. Peygamber Evinin temsilcisi ve güya kendisine sevgi iddia edilerek köpürtülen Muaviye nefretinin vesilesi, Büyük İmam, buyuruyorlar:
– Sakın Allah Resulünün sahabilerine düşmanlık etme! Peygamber dostlarına çatan ve Şeyh Ahmed’in bu davadaki hak ölçüsünü dinlemeyen, felakettedir.
Peygamber Evinin temsilcisi büyük sahabi, ayrıca İmam-ı Rabbani’ye emir veriyorlar:
-Bu cahil, sözden anlamıyor. Göğsüne vurun da aklı başına gelsin ve tövbe etsin!..
Emir yüksekten geldiği için yerine getiriliyor. İmam-ı Rabbani Hazretleri, Seyyidin göğsüne vuruyor.
Seyyid uyanınca, göğsünde müthiş bir sızı… Açıp bakıyor: Şeyh Ahmed’in yumruk izi… Ve kalbinde derin bir nedamet, yeni bir anlayış ve tövbe isteği…
İmam-ı Rabbani’nin mübarek ellerinden öpmeğe koşan ve bir daha bu eli bırakmayan Seyyid…
İlk gençlik çağlarında yazdıkları üç risaleden sonra, tam olgunluk devirlerinde, yalnız mektup yazmakla, suallere cevap vermek ve hakikati tamimlendirmekle yetindiler.Sonradan bunlar toplanılıp “Mektubat” ı teşkil etti ve insan oğlunun en üstün eseri oldu.
Mektubat üç cilttir ve esası Farsça’dır. İçinde birkaç Arapça mektup da vardır. Bütün İslam dillerine tercüme edilmiştir.
İmam-ı Rabbani’nin anlatılmaz büyüklüğünü yine eseri anlatır.
“Mektubat” ın getirdiği, İkinci Binin Yenileyiciliği çapındaki yenilik “Vahdet-i Vücut” meselesini aklın son haddiyle tesbit etmesi; ve Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin yanlış anlaşılan ve eserle müessiri bir gösterdiği vehmine düşülen “Vahdet-i Vücut” davasını tam gerçeğe bağlamasıdır:
-Allah, ötekilerin ötesinde, ötekilerin ötesinde; ötekilerin ötesinde…
Yani,nerede onu buldum ve teşhis ettim sanırsın, onun da ötesinde, namütenahi ötesinde…
Meşhur düstur:
-Ne ki, o zannedersin; zannettiğin o şey, Allaha perdedir.
Böylece:
-“Heme ost” değil, “Heme ez ost”… “Her şey o” değil, “Her şey ondan”…
– “Mektubat” İkinci Bin Yıla girerken bin bir fesada bulanan İslam hakikatinin en mahrem inceliklerini, İkinci Bin Yılın Yenileyiciği haysiyetiyle billurlaştırmıştır; ve dağılışın, dağıtılışın, kayboluşun, kaybedilişin, son haddine kadar her şeyi merkezde toplamış ve kazandırmış, muazzam eser…
İlahi tecellilere; ve İmam-ı Rabbani Hazretlerinin büyüklüğüne ve derecesine ait bütün ölçüler Mektubat da:
-“Allah bana rahmetiyle tecelli etti; rahmetten başka hiçbir şey göremedim. Kahriyle tecelli etti; kahrından başka hiçbir şey görmedim”.
-Mürid, şeyhine şöyle bağlanmalıdır:
-“Gassal (Yıkayıcı) elindeki ölü gibi”…
-Mihnet ve ıstırap mı dediniz:
– “Mihnet ve ıstırap, aşkın levazımındandır. Çaresiz katlanılacak… Yoksulluk, dert ve gam… Bunlar lazımdır. Dost sevdiğini,kendisinden başka her şeyden kesilmiş ve sıyrılmış görmek ister. Bu makamda huzur, huzursuzlukta; karar, kararsızlıkta; rahat, rahatsızlıkta… Bu makamda nefse çare aramamak, kendisini mihnet ve ıstıraba bırakmaktır ki, devanın tâ kendisi. O zaman da insan, kendisini sevgiliye ısmarlamış ve bırakmış olur. Devlet bundandır. Devlet, ondan ne gelirse razı olup onu kabul etmektedir.”
Yakınlık, sadece yakınlık:
-“Bu yolun divaneleri, elde ettikleri hiçbir yakınlıkla teselli bulamazlar. Öyle bir yakınlık isterler ki, uzaklığa benzer; ve öyle bir visal dilerler ki gurbeti andırır olsun… Yoksa yakınlığa benzer ve visali andırır gurbetlerden ne fayda?”
Ve tek yol:
-“Şerif ve latif mektubunuz, zayıf ve nahif kölenize ulaştı. Sevenlerimiz bilsin ki, Allah ehlinin “Fena” diye isimlendirdiği ve tabii ölümden evvel gelen ölümle ölünmedikçe kuds alemine yükselmek mümkün değildir. Yoksa kalb, batıl dünya mabudları ve nefs putlarına tapmaktan kurtulamaz. İslamın hakikati ve imanın kemaline de eremez.”
En büyük mesele:
– “Vahdet-i Vücut ve Zati tecelli davasının belirttiği nisbetlerle Allah arasında hiçbir münasebet olmadığı, bizce, yakinin yakini halinde sabittir. Hak ehlince çoktanberi bilindiği gibi, ihata ve yakınlık ancak ilimdir; Ve Allah hiçbir şeyle ittihad halinde değildir. Vücudu vacib olanın vücudu mümkün olanla ittihadı muhaldir. Gariptir ki; Muhyiddin-i Arabi ve bağlıları, Allah’a “Mutlak meçhul” derler, onu hiçbir hükümle mahkum bilmezler de, böyleyken Zati ihata, yakınlık ve maiyet ispatına kalkarlar. Bu, büyük bir yanlıştır ve Allah’ın zatını teşhis yolunda yersiz bir cesarettir.”
Nihayet:
-Bu dava, bu fakire pek giran gelmekteydi. Bana en büyük ıstırabı veren bu türlü tevhid ifadesinin verasındaki son hakikati ve o hakikatin ulviliğini henüz kavrayabilmiş değildim. Allaha bütün kalbimle yönelerek yalvardım ki, bendeki ilmi ve şer’i inanış kaybolmasın; ve ben, en ileri keşif noktasından bu inanışı gerçekleştireyim… Duam kabul edildi. Önümde hiçbir hicab kalmadı, hakikat bana olduğu gibi göründü. Gördüm ki, alem, sıfati kemallerin aynalarından ibarettir ve ilahi isimlerin zuhuruna yerdir. Yoksa, “Vahdet-i Vücut” cuların vehmettiği gibi, “Zahir” ile “Mahzar”, “Gölge” ile “Vücut” birbirinin aynı değildir.
Deryadan daha ne göstereyim? Ha birkaç damla, ha dünyanın taşıyamayacağı kadar su…

(11.12.2014)

Kaynak: http://vadetamam.com/2014/12/imam-i-rabani-necip-fazl-ksakurek.html

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir