Dîni İçden Yıkıcı Ramazan Müşriklerinin İki Hedefi…
6 Mart 2024

 TAHRÎFE KARŞI ÇIKARKEN (İSLÂM’DA) TAHRÎFÂT!

-1-

Ahmed SELÂMÎ (Dağistânî)

 

ORTADA OSMANLI’DAN KALAN ULEMÂ (lâ teşbih-TABİB-İ HÂZIK-I MÜSLİM-İ ÂDİL) KALMADIĞINDAN, PÜSKÜLLÜ VE ÇEYREK HASTA BAKICILAR, KALB VE BEYİN AMELİYÂTI YAPAR OLDU!

Bazı püsküllü, duhanlı, dumanlı ve ağlâlli ALLÂMELERİN (!) âlimlikle ve Ulûm-ı ŞER’İYYE tahsîli ile ciddî hiçbir alâkaları olmadığı bizzat kendi i’tirafları ile de bilinmektedir. Bunların, KAMALİST cumputrasinin ateist ve lâyık mekteblerinden, beşerî ve Haçlı Batı KÂNÛNLARI ve felsefeleri okutan (lise ve hukuk fakülteleri gibi) tezgâhlarından geçdiği apaçık ortadadır. Gene bunların, uydurma PARTİ ve TÂRİH dedikodularına bulanarak ve tâğûtî-şeytânî politika mübârezeleri ve mübtezelliği içinde ve şirkâlûd vasatlarda harcanan bir ömür isrâfı ve zavallılığı içinde yaşadıkları da îzahdan vârestedir…

Tamâmı içün böyledir dememekle berâber, bu kabil ba’zı kesânın, her şeyden evvel AKLÎ ve rûhî muvâzenelerinin keyfiyeti mutlaka nazar-ı i’tibâre alınmalıdır… Çünki,  her mevzû’da düşdükleri müteaddid TENÂKUZLAR ve kendi edeb dışı ifâdeleriyle “kerâmete k.ç atdıran keskin ZEK” sâhibi olmakla ikide bir ve kerâmeti kendinden menkûl velî (!) taslakları gibi kendilerini uçurdukları da, sık sık ve kendi ifâdeleriyle ortadadır. Kendi adamları ma’rifetiyle ve onların diliyle şahışlarına yükledikleri  “ÇAKMA Üstâdlıkları;” ve  irticâlen konuşmalarında her zaman pek gergin ruh hâlleri ile saldırıcı ve azametfürûş (büyük görünme hırsıyla) kibr ü gurûr manzaraları çizerek, hatta hakâret ve küfürbazlık, sövüb sayma hududlarında ifrâd edib sâbit kadem oluşları; bizzat kendi ağızlarından duyduğumuz en galız “ana-avrat sinkefli” lâğımlaşmaları dahî  bir vâkıadır… Başkalarına âid bazı hadiseleri (kizbe medâr olacak şekilde) kendi başlarından geçmiş gibi takdimleri, (bunu da bizzat görmüş canlı şâhidiyiz ve ileride anlatacağız)..  bunların, bu adamların, îmân, ahlâk, ruh ve akıl sıhhatlerine son derece DİKKAT edilmesini şart kılmaktadır…. Binâenaleyh bu kabil kesânın:“64 kitab yazdım, bunları üstüste koysam A. Hakan’ın boyunu aşar” kabilinden her fırsatda NEFİSLERİNİ putlaştırma ihtirâsâtı ve sokak ağzıyla konuşma ve hesabsız palavraları bile, onların ilmine değil, cehline, hatta cehl-i mürekkeb sâhibi oluşlarına delil ve hüccet olduğu bedâhaten ortadadır… Îmân ve i’tikad’daki dalâlet ve cehâletlerine bervechi âtî bizzat kendi satır ve beyânları üzerinden ve son derece MÜDELLEL olarak temâs edecek ve yazdıklarımızı aslâ kavl-i mücerredde bırakmıyacağız biavnİLLÂHİ TEÂLÂ…

         Bütün bunlar ve niceleri de nazara alınırsa, muhatablarımızın, mücerred ayarsız atılganlık, cür’et, tehevvür (kuvve-i gadabiyenin ifrâd derecesi), câhil cesâreti, azametfürûşluk (büyüklenib böbürlenme) ve cehl-i mürekkeb gibi evsâf-ı mezmûme ile mütehallî bulundukları, bundan böyle apaçık ortaya çıkacakdır.

Sağlıklarında, hemen aşağıya aldığımız gibi, palavra ve korkunç cehâlet ve dalâletler patlatdıklarını; ve binnetîce İSLÂM’ı tahrîf ve tağyîr ile Hakk’ı bâtılla TELBÎS edib müthiş tenâkuzlar sıkdıklarını, artık TESBÎT ve TA’YÎNE geçebiliriz:

“Târih boyunca tahrif hareketleri diye üç tanesi KOCAMAN cildli, bak bitânesi senin önünde, her biri böyle 700 sayfada. Bi dördüncü cildi daha var, Allâh sıhhat âfiyet verirse yazacam….. 16 ilim bilinmeden Kur’ân anlaşılmaz…… Halbuki Kur’an RABBÇADIR, ARABÇA DEĞİL, RABBÇADIR…Bu iş ilim işidir, herkesin âlim olmaya vakti de yokdur…. Zarûriyyât-ı dîniyyeyi bilmek herkese FARZDIR. Bu, mücmelen bilmekdir. Mufassalan bilmek farz-ı kifâyedir. Mufassalan bilir âlim, tereddüd etdiğin birşeyi sorarsın….Aklın şuurun yerinde değilse mâzursun.”

Püsküllü Üstâd’ın vidyolarından ne yazık ki dünyâda iken müşerref olamadık, dünyâsını değiştirdikden sonra onlara muttali’ olabildik! Olsaydık,  bizim reddiyelerimiz veya tenkitlerimize acaba hangi “kader perspektifinden bakarak” cerbeze kurşunları sıkardı; ve bunları da cevâb diye gürültüler kopararak ve masaları yumruklıyarak nasıl tepinirdi  bilemiyoruz!. Ancak “keskin zekâsıyla kerâmete k.ç atdırmıya kalkan” püsküllü, bizlere de ne atmıya  kalkar bu dahî mechûlümüzdür!. Ancak bu tür zekâ ve filozofik tab’ı ve fıtratı ve cibilliyeti ve tıyneti olanlar, bunların iktizâsı olarak İslâm’a bakışlarını, hep “İSLÂM dışı bir İslâm” şeklinde piyasaya sürmüşlerdir!. Ulemâ-yı ehl-i SÜNNET ve’l-cemâat’ı nazar-ı i’tibâre alıb onlara ittibâ’ ve inkıyâdı hiçe sayarak, kendilerine hass serbestide ve ipsiz ve indî, infirâdî, insiyâkî, i’tiyâdî ve i’tibârî fikir ve zikir hamûleleri ile yeni ve uydurma bir dîn anlayışı ihtirâ’ eyliyerek… İşte Püsküllününkisi de bu kabilden olub; üstelik de, alışılmışların çok dışında ve ötesinde fevkâl’âde “spesifik” ve nev’-i şahsına münhasır, “hâzâ püskülliyân tütüyor” dedirten cinsdendir. Kamalizma ve bânîsine gûyâ vurur ve Tayyibizma muhâliflerine de alabildiğine yüklenib ateş püskürürken nice şer’î mes’eleleri sulandırıb çığırından çıkararak… Nice ciddî mes’eleleri kendi murâdına uygun şekle sokub prim getiren keyfiyetlere bulamasını iyi becermişdir… Osmanlının ba’zı kardeş ve bebek katli gibi  son derece korkunç menfiliklerini tam terse çevirib fazîlet ve zarûret gibi takdîm ederken, kendine göre de bunları binbir cerbeze ve desîselerle kırpıb makaslamış; ve üstelik de bu kabil nice hâdiseleri süsleyib püslemiş ve şirinleyib istediği kılıklara sokmuşdur… Sonra da, sık sık ve ciddî ciddî “Dâimâ vesîkaya dayanıb, dosdoğru aktarıb aksetdirdiği” iddiasını ağzına pelesenk yapmışdır. Halbuki târîhî nice İslâm büyüklerine kadar birçok zevât-ı kirâma, kendine göre zaaflar yüklemiş; ve zarûrât-ı dîniyyeye kadar (keskin zekâ) laboratuvarlarında desenler ve şekiller tasarlamışdır! Bunları, îcâbında din esaslarına rozet gibi takıb takıştırarak sanki bir başka din nevîleri bile îmâl etmişdir!..

Nice reformistler, oryantalistler, Baîdullahlar, Merdûdîler, Efgânîler, Abduhlar, R.Rızâlar, DİB’ler, Cübbeliler, sakallı-sarıklı bazı zibidiler, medya ve politika şeytanları, ekran kaşerlileri, ilâhiyât purof ve  doçofları; ve tarikat dışı tarikatların zuhûrât, keşif, ru’yâ  edille ve eslihasına sâhib saltanat yobazları; ve bunlar gibi niceleri.. Adı İslâm, kendi İSLÂM dışı bir takım “fizikötesi, HÂTIFΔ keşfiyât, telbisât, hayâliyyât ve haltiyyât uydurmalarında bulunur da; onlardan hiç de aşşağı yeri olmıyan “Üstâd-ı Püskülliyân Hazretlerimiz” ve benzerleri, neden bir takım yeni zuhûrât ve “kader perspektifinden bakış, kaderi keşfediş” ve istikbâli okuyuş ve keskin zekâ kehânetleriyle havalanış ve aracıkda da “kerâmet gibi” atışlarda bulunamasınlar!?. 

Bunca böbürlenme ile kendini âlim gösteren ve “zarûrât-ı dîniyyeyi bilmek farzdır” diyen bir KAFA, en az 10 sûre-i şerîfenin birer âyet-i kerîmesi ile Kelâm-ı Kadîm’in muhkemâtından bulunan; ve (zarûrât-ı dîniyyeden) olarak da evet tam 10 âyetiyle “BEN KAT’İYYEN ARABÇAYIM” buyuran KELÂM-I KADÎM’e RAĞMEN, fâsid ve muhtell olmamış ve muvâzenesi yerinde bir îmân, ahlâk, rûh ve AKIL, müteaddid zamanlarda nasıl bu BEDÂHÂTİ REDDEDİB “KUR’ÂN ARABÇA DEĞİLDİR” der; ve böylesine bir TENÂKUZ bataklığına düşer, hayret ve dehşet!?. Kelâm-ı Kadîm 10 âyet-i kerîmesiyle 15 asırdır “Ben arabçayım” diyor ki, bunu böyle kabûl ve îmân (zarûrât-ı dîniyyedendir.) Ma’lûm adam da “Zarûrât-ı Dîniyyeyi bilmek herkese FARZDIR” dediği halde, bu arabça OLUŞ hakîkât ve zarûretini çiğneyib kabûl etmiyor; ve “Ben arabçayım” diyen Kitâb’ımıza “Hayır, sen arabça değilsin, Rabbçasın” diyor… Kelâm-ı Kadîm Rabbça olsaydı, elbetdeki “Rabbçayım” der, “ARABÇAYIM” demezdi… Neden desin???. Derse, YALAN söylemiş olmaz mıydı?. “Emrolunduğun gibi müstakîm ol” buyuran ALLÂH Azze ve Celle, kullarına yalan mı söyliyecekdir, sonsuz kere hâşâ ve kellâ?. Kitâbullâh’dan daha DOĞRU bir kelâm tasavvuru muhâl değil midir?. 

Ve bu kadar fâhiş, dehhâmeleşmiş ve dehhâşeleşmiş bir dalâlet, sapma ve saptırma karşısında SUSAN milyonlar?.. İşin en korkunç tarafı da işte burasıdır…

Dolayısıyla bu kadar dünyâ insanının gözleri önünde 15 asırdır apaçık ARABÇA oluşuyla duran Hazret-i Kur’ân-ı Hakîm’e “Arabça DEĞİLSİN” diye neredeyse hücûma kalkan bir adamın, dîn ve târih diye anlatdıkları şeylerin, hangisinin doğruluğuna zerre kadar İ’TİMÂD (güven) kalacakdır?. Tarihî yüzlerce indîliği, i’tibârîliği ve çarpıtması yanında,  bilhassa İSLÂM diye  savurduklarına… Netekim, şimdi muhtasaran ve serlevha hâlinde birkaçını bervechi âtî sıralasak da, İslâm diye İslâm’a mutlak ma’nâda ters, hatta kaziye-i muhkeme hâline gelmiş düzinelerce NASS ve şer’î mes’eleyi aslına mugâyir olarak beyân etdiğini, şu serî makâlâtımızda (nasibse) tafsîlen de ele almak murâdındayız…

SERLEVHALAR HÂLİNDE BA’ZI ANA MES’ELELER…

Şimdilik birkaçına başlıklar hâlinde ve şöylece işâreti kâfî görelim:

1)–İstisnâsız bütün  sıfatlarında değişme muhâl olan ve bu değişiklikden münezzeh bulunan Allâh Azze ve Celle’nin İLİM SIFATINA RÂCÎ olan KADERİN, duâ ve sihir ile değişeceğini söylemek… Sık sık ve mütemâdiyen ve bilinmesi muhâl olan “Murâd-ı ilâhî ve kader perspektifinden bakmak” diyerek, karîhasından uydurduğu indî ve i’tibârî îzâhlara, insanüstü bir kıymet kılıfı geçirmek!..  İstikbâli görüb bilmek kabilinden bu ta’mîk edilmemesi de kat’iyyen emredilen KADERE müteallık husûsları, zaman zaman (kaderiye, mu’tezile ve cebriye) çukurlarına düşecek kadar zıvanasından çıkarıb, abuk sabuk lâflar etmek; ve kendi bîedeb ta’bîriyle “Kerâmete k.ç atdıran (hâşâ ve kellâ) keskin ZEK” çalımları yapmak; ve kendisini, kerâmeti kendinden menkûl kesân gibi (keskin zekâ) sâhibi göstermek: Azametfüruşluk…

Hulâsa, Kader ve buna bağlı olarak Ulûhiyyete (îmân) mevzuundaki çarpıklıkları, dâimâ haddi aşarak ve “ta’mik memnûiyyetine” rağmen ve sık sık nice ârızalarla seyretmişdir!… Bunları, mahallinde, aynı kendi ifâdeleri üzerinden göreceğiz…

2)–Padişâhların kardeş  ve çocuk katlini “siyâseten katil” diyerek meşrû’ göstermek… Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm Efendimiz Hazretleri ile İslâmiyyet’i,  akvâl, ef’âl ve ahvâliyle  aşağılayan ve Mekke müşriklerini azdıran yahudi hahamı (Kaab İbni Eşref Kâfir MEL’ÛNUNU),  Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm’ın me’mûr etdiği sahâbî eliyle düğün gecesinde tedmîr edib tepeleyişini, “İslâm’da ilk siyâseten kat’li Peygamber tatbîk etdi” diyerek, katlin gayr-i meşrû’ olanlarını da, “Siyâseten Katil” diyerek, bu meşrû’ olanın cinsinden ve aynı imiş gibi  göstermek… Bu noktadaki çirkinlik ve fitne, nâmütenâhî ölçüdedir…Bu FÂSİD mantık kıyâsından yola çıkarak, Osmanlı ecdâdımızın çirkin, vahşî ve ŞERÎAT-I MUTAHHARA’ya tuğyân tarafını şirin ve meşrû’ göstermek uğruna, kardeş katli ile Kaab İbni Eşref MEL’ÛN-I Melâininin katlini “Siyâseten Katil” diyerek, üstelik ŞECAAT ARZEDEN BİLMEM NEYE benziyerek ve zerre kadar da utanmadan cihâna i’lân etmek… Ma’sûm kardeş ve çocuk, hatta bebeklerin katli ile, Kaab İbni Eşref denen fitne ve zulüm çukurunun katlini “SİYÂSETEN KATİL” müştereği içinde toplayıb ayniyyete sâhib kılmak, zerre kadar îmân ve akıl kârı olabilir mi?… Böylece ve diğer yandan, Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm Efendimiz hazretlerini de, dolayısıyla, kardeş ve bebek-çocuk katli gibi bir zulm-i azîme denk bir cür’mün içinde göstermiş olmak ortaya çıkmış olmıyacak mıdır?… Ve bu, binnetîce ONU (Efendimiz Aleyhisselâm Hazretlerini)  sonsuz bir umursamazlıkla, lâfın sonunun neye müncer olacağını düşünmeden, echel cür’et ve tuğyânıyla, töhmet ve şâibe altında bırakmak ma’nâsına da gelmiyecek midir?…. Bunlar, iğrenç bir cerbezedir. Aldatıcı sözlerle kurnazlık etmekdir. Hakîkatı gizlemek ve saptırmakdır. Aynı zamanda hilekârlık ve DESSASLIKDIR… Kuvve-i akliyenin İFRÂD mertebesidir ki, hakkı bâtıl, bâtılı hakk göstermekdir. Tefsirdeki şekliyle bu, tâgûtîlikdir, aldatıcı bir ZEKÂYA (menfilikde çukur)un dibine inişdir… Îmân-ı Şer’îye tâbi’ aklın İ’TİDÂL (vasat) derecesi ise, hikmet olub, hakkı hakk bilib ittibâ’, bâtılı bâtıl bilib ictinâb etmekdir… Karşımızda duransa, hilekârlığı (dessaslığı), lisâna kılavuz yapma fazîhasıdır…

Kelime oyunu, cerbeze, mantık küllemesi, dessaslık, hilekârlık ve çukurlaşma, bu kadarıyla iblisin bile aklına gelemez… Son derece Suçsuz bir kardeş veya çocuk veya bir ma’sumun KATLİ cinâyeti ile, Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm’a olmadık yalan ve iftirâlar düzen; ve Mekke müşriklerini azdırmaya kıyâm eden AZGIN bir yahûdînin nâmütenâhî SUÇUNDAN dolayı katledilişini, “Siyâyeten KATİL” diyerek aynı CİNS ve keyfiyetde bir (katil) göstermek, bir müslümanın değil, bir gayr-i müslimin bile tüylerini diken diken etmiye kâfidir… Suçsuzun (ya’ni katli haketmiyenin) katli de, suçlunun (ya’ni KATLİ hakedenin) katli de aynı suçdan olacak; ya’ni  CEZÂLAR, (Siyâseten katl) olarak aynı cezâlar olacak… Bu ne dehşetli, konkunç ve tüyleri diken diken eden bir manzaradır!

Fesübhânallâh… 

Bu, cinnetlik bir hakkı bâtıl ile telbîsdir ki, bunu (İslâm) diye takdîm eden kim olursa olsun, ya gâfil, ya câhil, ya hâin veya aklından zoru olan bir ucûbedir… 

Bir akıl, muvâzenesini kaybetmeden veya her türlü rezillik  ve utanmazlığı göze almadan, Osmanlı târîhindeki bu korkunç ve çirkin cinâyetleri meşrû‘ göstermiye kıyâm edemez, buna aslâ mecâl bulamaz, böyle bir dolandırıcılığı aslâ irtikâb edemez…

Buyrun:Peygamber (îmânı) !…

Mahall-i mahsûsu geldiğinde, ifâdeleri aynen iktibâs edeceğiz… Dolayısıyla bu adamın bahsetdiği İslâm değil, kendi tasavvurundaki, uydurma bir dindir!

3–Bir konuşmasında “meleklerin  kavga etdiğinden”; bir başka konuşmasında ise “meleklerin yorulduğundan” ve bir diğerinde de “cinlerin enerji olduğunudan” bahsetmektedir ki,  edille-i erbaa ile sâbit son Şerîat’da böyle bir hüküm olmadığı gibi; bu kabil son derece sakat melek i’tikâdına, ehl-i sünnet ve’l-cemaat i’tikâdına sâhib hiçbir âlimin eserinde de raslanamaz… Melâikenin, mahlûk oluşları içinde her türlü tenzîhi gerektiren hususların tersi ile vasfedilişi, hangi meleklere îmân îcâbıdır; bunu, mü’min ilm ü îmân ve ferâsetine havâle ederiz…Binâenaleyh, öyle anlaşılıyor ki, felsefe ve “Kerâmete k.ç atdıran (hâşâ) keskin zekâ”, sâhibine böyle hârika (!) lâflar etdirib, keşf ü kerâmet (!) ve îcadlar yaptırabiliyor! Bunca zırvalar da, meleklere (îmân) olmuş oluyor! Halbuki melekler ins ü cin gibi nefs zaaf ve a’razlarına sâhib yaratılmamış olduklarından, onlara “kavga-gürültü ve yorulmak” isnâd edilemez; bu kabil sallamalar “meleklere îmân” gibi 6 ana îmân esasını, hatta diğer şartların her birini de çıkmaza sokacakdır… Dolayısıyla bu adamın bahsetdiği din, öyle anlaşılıyor ki, 15 asırlık İslâm değil, kendi tasavvurundaki uydurduğu bir dindir…

4– Ashâb-ı Kirâm Hazerâtı Efendilerimizden olan Osman, Ali, Muâviye, Amr İbnü’l-As, v.s. (Rıdvânulâhi Teâlâ Aleyhim Ecmaîn) ile; Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat ulemâmızdan Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Müfessir Muhammed Hamdi ve Muhammed Vehbi Efendilere (Rahmetullâhi Aleyhim Ecmaîn) Hazerâtına, bazı konuşmalarında dil uzatıb, tahtıe ve techîl etmesi, tepeden bakıcı ifâdelerle onları küçük düşürmeye ve hatta çirkin göstermiye çalışması da gıybetin ve hakâretin en çirkini ve insanı fâsık-ı mütecâhir yapan cinsi olub, adama hem pek ağır bir vebâl ve ateş yükler. Hem de bunlar, İslâm dîn-i sübhânîsinde sûret-i kat’iyyede  meşrû’ değil, mûmâileyhin tasavvurundaki kendi dininde bir (ahlâk ve edeb) keyfiyetidir!.. 

 6–İstisnâsız bütün Enbiyânın (Salâvâtullâhi ve Selâmuhû Aleyhim Ecmaîn Hazerâtının) Şerîatlarında (muhâfaza-yı hamse), medenî ahkâm-ı te’sîs, İCTİMÂÎ râbıtaları teşyîd (sağlamlaştırmak) da dâhil vezâif-i aşereyi (en umûmî 10 husûsdaki vazîfeleri) teblîğ ve tatbîk kat’iyyen bulunduğu hâlde, Ülül’azîm  (6 büyük peygamberden biri) olan  “Îsâ Aleyhisselâm’ın ŞERÎATINDA Ahkâm-ı ictimâiyye YOKDU.” deme hezeyânı, iftirâsı, ve butlânını savurmak… Peygamberân-ı Izâm Hazerâtına (îmân) mevzuundaki keyfiyet de böyledir!. Böyle bir butlân ve nakîsadan bir eksiksiz bütün Peygamberân-ı Izâm (Aleyhimüsselâm) Hazerâtı Efendilerimizi ve Püsküllünün dediği gibi bir Peygamberân göndermekden, Allâh Azze ve Celle’yi de kat’iyyen TENZÎH ederiz. Dîn-i Mutlak bundan münezzeh olub, böyle bir tasavvur da olsa olsa adamın ihtirâ’ eylediği dinde vardır… 

7– “İslâm’da tedâfüî (müdâfaa) harbi vardır; taarruzî harb yokdur” diyerek, 14 asırlık İSLÂM’ın târihini, hem de yaşanmış TÂRİHİNİ bile göremeyib, bunu, hem de “târihçi geçinen” bir adam olarak inkâr etmek… Körlüğün bu derecesine pes… Tafsîline bil’âhare geçeceksek de, şimdilik bir kaç satırı ehlinin (Müfessir M. Hamdi Ef. Merhûmun) satırlarıyla noktalıyalım:

“Kur’an’daki bütün kıtâl emirlerinin tedâfüî harbe (savunmaya) münhasır olduğunu ve Müslümanlıkda RE’SEN  İ’LÂN-I HARBE VE TAARRUZA CEVÂZ OLMADIĞINI İDDİA EDİYORLAR. Bunlar da, Avrupa ve Hristiyanlık nokta-i nazarından daha ince ve derin bir fikr-i siyâsî ta’kîb eden YENİ BA’ZI ERBÂB-I KALEMİN FİKİRLERİDİR.” (Elm. 1936, c.2, s.690) “Doğrusu Dîn-i İslâm’da İLK EMİRDEN İ’TİBÂREN, HAKK-I MÜDÂFAA MEŞRÛ’ OLDUĞU GİBİ, İNDELHÂCE FÎSEBİLİLLÂH OLMAK ÜZERE HAKK-I TAARRUZ DA MEŞRÛ’DUR. HATTÂ İ’CÂBINDA BİR VAZÎFEDİR.” (c.2, s. 691) 

Görülüyor ki, cumputrasi târihçileri, “Cihâd, Şerîat, Osmanlı v.s.” diye bağıra çağıra, masaları yumruklıyarak ve ihtilâclar içinde yüzlerce palavra ve allâme görünme rolleri sıksalar da, dînî ma’lûmâları pek sakat, abuk sabuk ve derme çatma ve sıhhat dereceleri de yukarıda görüldüğü ve bervechi âtî görüleceği gibi perîşân ve muhtelldir… Bu kabil adamlardan İslâm’ı öğrenmek muhâl, islâmsızlığı bellemek ise gâyet tabiîdir!

Câhilâne cesâretleri (!) ise pek mükemmeldir! Çünki ömürleri, târîh fasafisoları ve tâğûtî partili politika  dedikoduları ile geçmiş, dinlerini öğrenmiye ne vakit ve ne azim ele geçirebilmişlerdir!… Geçdikleri maarif tezgâhlarından da pekçok noktaya Şerîat ulemâsının ilmiyle değil; ne kadar aksini söyleseler de, Gâvur Batı felsefesi ve kamalizma gözüyle bakmışlar; ve fakat ne büyük acıdır ki, bunun farkında da olamamışlardır… Âyetle apaçık sâbitdir ki, din, mücerred Allâh içün olub FİTNE ortadan kalkıncaya kadar CİHAD farzı en mühim emir olarak KIYÂMETE kadar aslâ inkıtâa uğramadan devâm edecek mutlak bir hükümdür… Binâenaleyh, bu 7. maddede de söyledikleri Allâh Azze ve Celle’nin dîninde yokdur, Allâh Azze ve Celle’nin DÎNİ bundan münezzehdir; belki diğerleri gibi kendi ihtirâ’ eylediği, adı İslâm, izâfî ve indî kendi dîninde mevcuddur!..

8–Ülülazîm (En büyük) Peygamberlerin 3.sü olan Mûsâ Aleyhisselâm Efendimiz Hazretleri’nin, aslâ öldürmek kastedmediği hâlde bir adama TOKAT atdığı ve fakat adamın öldüğü bir vâkıadır.  Mûmâileyhin (târihçi geçinenin) dilinde bu: “Mûsâ Aleyhisselâm KÂTİL oldu” şeklinde hükme bağlanıyor ki, o büyük Peygambere böyle pek ağır (GÜNÂH-I KEBÂİRDEN) bir suç ve (haram fiil) isnâdı, DEHŞETLİ VE KORKUNÇ BİR iftirâ olur; ve bütün Peygamberân-ı Izâm Hazerâtında bulunduğuna îmân ŞART olan 5 sıfatdan biri olan İSMET sıfatı ile de aslâ ve sûret-i kat’iyyede kâbil-i te’lîf edilemez.

Değil, 3. en büyük Peygambere, en son derecedeki bir Peygambere dahî, Peygamberlere îmânın 5 şartından biri olan İSMET sıfatının nakîzi bulunan KÂTİL OLMA YASAK ve HARAMINI isnâd etmek, sûret-i kat’iyyede câiz olmayıb, KÜFRE müeddî bir cinâyetdir. Kelâm-ı Kadîm’de ismi geçen veya geçmiyen kaç yüz bin peygamber (salâvâtullahi ve selâmuhû aleyhim ecmaîn) gelmişse, bunların bir eksiksiz hepsinin tebliğ buyurduğu DÎN, İSLÂM olub; hepsinin ŞERÎATLARINDA da, katli müstahik olmıyan birisinin nâhakk yere katli, MUTLAK olarak haram kılınmış, kat’iyyen yasaklanmışdır…

Bu kabil hezeyânlar, insanda nasıl bir Peygamber îmânı bırakır, tasavvuru çatlamıyan hayâl etsin!. Bu nasıl, îmân, ahlâk, nasıl edeb, terbiye, nasıl insâf ve nasıl bir vicdandır?. Adamın Mûsâ Aleyhisselâm Efendimiz Hazretlerine (KÂTİL OLDU) deyişini Allâh’ın Dîni mutlak olarak reddeder. Bu da, olsa olsa adı geçenin kendi ihtirâ’ eylediği dînin bir kabullenişi ve geviş getirişidir. Peygamberân-ı Izâm Hazerâtı Efendilerimizden aslâ (haram) sâdır olmamış, kasıd ve ihtiyâr dışı (zellât) denilen küçük hatâlar, sürçmeler, ictihâdda isâbet edememeler   zuhûr edebilmişdir. ANCAK bunlar da, nebî ve rasûllerin mürsili olan Hakk Sübhânehû ve Teâlâ Azze ve Celle Hazretleri tarafından derhâl tashîh buyurulmuşdur. Mûsâ Aleyhisselâm Efendimiz Hazretlerinin başından geçen zikri muharrer hâdise de zellâtdan bir zelledir… 

Ebü’l-beşer ÂDEM Aleyhisselâm gibi gene ülü’l-azîm bir Peygambere nice müslüman geçinen hoca ve müftü taslaklarının kitablarında -hâşâ ve kellâ- “Âdem’in günâhı” gibi iğrenç lâflara rastlanmaktadır ki, o  da aslâ  (haram=günâh) değil, bir zelledir. Hıristiyan (nasrânî) küfrünün uydurduğu bu iğrenç dalâlet ve iftirâ, müslüman geçinen nice hassâsiyyet-i ilmiyye ve îmâniyyesi olmıyan muhitlerde ma’kes bulmuş bir kepâzelik ve dalâletdir. Bunu ve bunlar gibi nice safsata, isrâiliyyât ve yahûdi hurâfelerini “mekîsün aleyh” yapan nice echel-i cühelâ ve ekfer-i küferâ da, “Âdem günâh işlemişse, ondan bu, ahfâĞdına da geçmişdir; o halde O’nun evlâdı olan herkesde de, bu GÜNÂH vardır.” gibi PİÇ ve BÂTIL bir KIYÂS peşine düşmüş ve i’tikadlar zîr ü zeber olmuşdur… Beşerin bu günâh yüküyle doğduğu, nasrâniyet (hıristiyanlık) gibi dalâlet yollarında bir esas olabilir. Ancak, Dîn-i Mutlak olan ALLÂH Azze ve Celle’nin dîninde vaziyyet tam tersine: “Her doğan ÂDEMOĞLU, melekler gibi günahsız, pîr ü pâk doğmaktadır” ki, nakil ve akl-ı selîm  dahî, ancak bunu kabûl eder…

9– Allâh Azze ve Celle’nin KADÎM Kitâbı’nda geçen ve KISSA dediğimiz hâdise ve hikâyât, mutlak sûretde bilfiil yaşanmışdır. Püsküllü üstâd-ı a’zam’ın vidyo ile cihâna neşretdiği “NÛH EFSÂNESİ” ta’bîri, tam bir hezeyân-ı bâtıldır… Efsâne: (Yunan gâvuru diliyle mitoloji.. masal, uydurulmuş, yaşanmamış yalan hikâye) demekdir. Zerre kadar îmân ve edeb sancısı çekmeden kitâbına:“Kur’an’daki kıssaların mutlaka yaşanmış olması lâzım değildir” gibi hezeyanlar kusarak, Kelâm-ı kadîm’i bir nev’i mitoloji kitâbı gören ve gösteren, Hindli müsteşrik (oryantalist) (Muh….. Hamîdullah) denen herif-i nâşerîf, Merhûm ÜSTÂD Necib Fâzıl Bey’in ta’bîriyle bu “Baîdullâhdır!..” (64 kitab yazdım) diye başı göklere değen Müteveffâ Püsküllü Üstâd-ı Cumhûriyyeleri, (Hılâfet nâm kitâbının 1. tab’ının 378. sahîfesinde) şöyle cevâhir yumurtlamış bulunuyor:

“Ülkemizde de oldukça tanınmış bir Pakistanlı ÂLİM OLAN M. Hamîdullah (adamın âlim telâkkîsini gördünüz mü), “İslâm’a Giriş” eserinde Hılâfeti de ele alarak diyor ki; Peygamberden sonra “Teessüs eden hükûmet şekli verâsetle intikâl eden bir MONARŞİ (saltanat) ile CUMÛRİYET arasında mutavassıt bir şeydi.”

10– Gördünüz mü: Peygamberden sonra teessüs eden HÜKÛMET şekli, mücerred VAHYE MÜSTENİD değilmiş de, “monarşi (saltanat) ile republique (cumhûriyet) arası bir (şeymiş!)”. Püsküllü de oryantalist Baîdulla’nın bu ezikliği ve İslâm’sızlığını âfiyetle yemiş, Hılâfet nâm kitâbına da “TANINMIŞ ÂLİMİNİN” cevheri olarak bunu çakmış!. Ve o kitâb denen herc ü merci okuyan onbinlerce müslümanın (îmânına) da, bu butlânı kene gibi oturtmuş!.

Şu aşşağılık duygusuna bakınız: Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm’ın HÜKÛMET şekli hiçbir beşerî “şeye” benzemiyen bir vahy temelli hükûmet iken, Baîdulla(h) denen oryantalist matrûd, onu asl u esâsından çıkararak, monarşi (saltanat) ve cumhûriyet (republique) arası mutavassıt bir ŞEY” olarak îzâha ve göstermiye çalışıyor!. Bu, hâdiseye, Garblı, oryantalist ve Fr. ihtilâli gözündeki ateist politika ve ideolojilerin ölçüleri ile bakmak ve îzâh getirmek demekdir ki, 15 asırdır bütün İslâm ulemâsı böyle bir butlân ve dalâlete eserlerinde aslâ yer vermemişdir… Tam tersine, hılâfeti, monarşi ve cumhûriyetden münezzeh, tamâmen vahy çerçevesi içinde vücûd bulan, MÜCERRED İslâm’a HASS bir hükûmet şekli olarak ele, dile, kaleme ve fiilî hayatlarının MERKEZİNE almışlardır…

15 asırdır hutbelerde hayırla yâdedilen Hulefâ-yı RÂŞİDİN’in HILÂFETİ, kıyâmete kadar gelecek müslümanların idâre ve hükûmet nizâmında, sünnet menşe’li ve tasdikli bir vâhid-i kıyâsîdir. Bu kadar apaçık hakîkatleri bile göremiyen ceberrud, azametfürûş ve cehl-i mürekkeb sâhibi heriflerin, hilâfet, saltanat-monaşi, cumhûriyet-republique, v.s. gibi hususlar hakkında söyledikleri, İslâmî mîzân ve esaslar karşısında beş para kıymet taşımaz; ve bütün bunlar, iflâs etmiş şu cem’iyyetde, cehâlet piyasasının Mahmudpaşa çığırtkanlığı ve üçkağıtçılığı ile İslâmiyyet’i TAHRÎFDEN başka bir şey de olamaz… Bu bahsin esasını anlamak içün, Merhûm Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi Hazretlerinin Yarın Gazetesinde kaleme aldığı “İmâmet-i Kübrâ” risâlesini okumak bile kâfîdir…

Konuşmalarında sık sık: “Ölçü İslâmdır, her şeyi bununla mîzân ederim. Buna uymıyan babam olsa reddederim!” gibi yuvarlak ve muhtevâyı apaçık ortaya koymıyan sıradan lâflar,  sâdece, her söylediğinin İslâmiyyet’e uygun olduğu havasını basmak içün söylenmiş gözkülleme tekerlemeleridir, dessaslık ve cerbezeden ibâretdir!. Buraya kadar 10 madde ile ve bundan sonraki kaç madde daha gelirse o kadarıyla da isbât etmiş olacağız ki, İslâm, tahrîf edilmekde, bambaşka uydurma bir dîne “İSLÂM” adı verilmektedir… Tabii işin iç yüzünü bilmiyen nice kitleler, adamın söylediklerini İslâm’mış gibi kabûl edib, kupkuru ve yalan-yanlış şeyleri İslâm kabûl eder hâle gelmektedirler ki, bizi cidden üzen ve bu satırları kaleme almıya mecbûr eden ana sâik de işte budur…

11–Son yüzyılda asılan yüzbinlerce MÜSLÜMAN da, Hılâfet Mes’elesinin DÎNÎ bir ZARÛRET oluşunun, bir nev’i müşahhas delîl ve hüccetini teşkîl eder… Dolayısıyla (çakma üstâd-ı püskülî), monarşi (saltanat) ve cumhuriyet (republique) ile alâkalı nice konuşmalarında da, pek korkunç  tezâd ve TENÂKUZLARA düşmekde ve fevkal’âde gülünç olmaktadır!.. Mezhebsiz, Oryantalist ve reformist Baîdullâ’dan aldığı çürük ilhamla (!) bu adamın sapık nazariyelerini benimsiyerek HILÂFETİ müdâfaa ediyor görünmek, hılâfetin aslını, 1924’de bozulmuş ve maskaralaşıb cılkı çıkmış şeklinin şahsında kaldırmakdan, bin kere daha galız ve iğrenç bir cürümdür… 

Şu aşağıdaki ifadedeki rezilliğe ve sonraki vidyodaki ifâdeye bakınız ve tenâkuzun bu kadar çirkinine ne deneceğine siz karar veriniz!. Çünki aklî, îmânî ve ilmî melekelerde insicâm ve muvâzene yok… O anda hisler ve temâyül neye ve nereye ise, ona göre sıkma, atma ve yapıştırma, cerbeze ve desîse ana istikâmet ve karakteri teşkîl ediyor…

Meselâ: “HALÎFE ABDÜLMECİD’e GELİNCEEE, HALÎFE ABDÜLMECİD Allâh bir dese inanırım, başka hiçbir şeyine inanmam. Evet, mağdurdur, mazlumdur, SON HALİFEDİR, Mustafa Kamal tarafından sürülmüşdür, gurbetde vefât etmişdir, DOĞRU BÜTÜN BUNLAR, ama mankafanın biridir.” (11.1.2015 târihli, “Halife 2. Abdülmecid hakkında K.Mısıroğlu”, adlı vidyo).

Püsküllüye göre Abdülmecid, hem “mankafa” ve daha pek çok menfîlikler taşıyor; üstelik halîfede bulunması şart olan şartları hiç taşımıyor; ammâ hem de “SON HALÎFEDİR; ve BU DOĞRUDUR!..”

Dile akseden Kafa ve zihin karışıklığı ve tezâd yükü, “bu kadar da olmaz” dedirtiyor!

Karakterde ifrâd, tenkîs, teksîr, hırs, muvâzenesizlik, taarruz, vurmak-şiddet, en bâriz hasletler!. Abdülmecid denen herifin halîfe olduğuna kaç kere vurgu yapıldığı yetmiyor gibi, bir de mankafa dediği ve buraya almadığımız nice fâhiş menfîliklerini saydığı o adama: “SON HALÎFEDİR, ve BU DOĞRUDUR” diyerek, onun (HALÎFELİĞİ) tam olarak ve apaçık kabûl ve te’yîd ediliyor!. Böyle bir adam nasıl HALÎFE kabul edilebilir?. Üç paralık bir akıl bile, “Abdülmecîd mankafadır; ve bir sözü hâriç her sözü yalan olan bu adamın son halîfeliği DOĞRUDUR” diye muhâtab alınsa, o üç paralık AKIL dahî bunu kabûl eder mi?!. Abartının tuğyânına da bir bakınız, “Abdülmecid Allâh bir dese inanıyor, amma başka HİÇBİR şeyine inanmıyor!” İyi de, Abdülmecid’in şer’î yüzlerce veya binlerce mes’elede söyliyeceği, hiç mi en az birkaç düzine doğru olmıyacak?. Bunu kim iddia edebilir?. Püsküllü, onlara da inanmıyacağını peşinen ortaya koyuyor ki, bu da muvâzenenin muhtell olduğunun isbâtıdır… Ha, böyle avam ağzı bir tekerleme varmış, olabilir.. Ancak bu kabil şer’î ve ciddî mevzû’larda o avam ağzı artık ağız olmakdan çıkar, başka bir açıklık iktisâb etmiş olur!. 

Yukarıda Abdülmecid denen adam içün “SON HALİFEDİR, BU DOĞRUDUR” diyen o akıl, bir sene sonra tersini söylerse, bu da, gene muvâzene-i akliyye veya îmâniyye ve ahlâkiyyeyi ruznâmeye getirir!. Buyrun:

“Halîfe Abdülmecîd hilâfete lâyık bir adam değildir. Esâsen halife de değildir.” (19.5.2016 “Sultan Abdülmecid’in Halifeliği hakkında Bilgi verir misiniz”, adlı vidyo)

Üstde işâret etdiğimiz vidyoda Son halifedir, bu doğrudur” denilen adama, 2. vidyoda “Esâsen halîfe de değildir.” denilmesi, ortada ciddî bir ihtilâc ve fıtrî bir ihtilâl olma ihtimâlini şiddetle hâtıra getirmektedir! Hâl böyle olunca, mûmâileyhin “64 kitab yazdım” diyerek de böbürlenişi ve bilmem kaç bantlık konuşmaları da, şu îzahlarımızla mukâyese edilince, kaç paralık kıymet ortaya koyacak; bu, akıl sâhibleri  tarafından elbetde üzerinde durulması şart bir noktadır…  

Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri, son derece haklı olarak, yazdığı makâlelerinden birinde: “Abdülmecid Efendinin hılâfetine Şeytân bile güler” demekde; bir başka makâlesinde de “Mustafa Kamal’ın ta’yîn etdiği adamdan halîfe olmaz” buyurmaktadır! Bu mevzû’da Merhûm’un sâir yazıları arasında meselâ 1928’de kaleme aldığı “Hezeyan Toptancıları” nâm seri makâlâtında da geniş ve tatminkâr îzahlar vardır ve Abdülmecid denen adamın bir Osmanlı kusûru olduğu apaçık ortaya konulmaktadır. 

Şu ifâdeler, Merhûm Şeyhülislâm Hazretlerinindir:

“Osmanlının HASTALIĞI, hürr ve ÂLÎ dînine RİÂYETİ gevşetmesinden olmuş, BELÂSI da, eski ve yeni yeniçerilerinden ve nihâyet DİNLİ MEDRESELERİ İHMÂL ederek, müceddidâne (reformistçe) bir RAĞBET ve fazla bir MAHABBETLE koynunda beslediği DİNSİZ ve ÎMÂNSIZ MEKTEBLERDEN gelmişdir….. Dîni herşeyden ayıran ASRÎ (çağdaş) MODAYA göre, DİNSİZ hükûmetden sonra bir de “DİNSİZ HILÂFET” nazariyesine şâhid olacağız! Bu garîbenin eşrât-ı sâat (kıyâmet alâmeti) meyânında yeri yoksa, İFRÂT-I cehâlet meyânında yeri vardır…..Abdülmecid Efendi, DÎNİ DEVLETDEN TEFRÎK (ayırma) mezhebinde bulunarak, daha halîfe olmadan HILÂFETE SÛİKASD fikirleri perverde etdiğini (beslediğini) gösteriyor. Dînin devletden tefrikini iltizâm eden (lâzım ve şart bilen) DİNSİZLER VAR. BUNU ANLADIK. FAKAT BU TEFRÎKE, HALÎFE (!) TARAFI DA TARAFDARLIK IZHÂR EDİNCE (ortaya koyunca), BU HÂL, HÜKÛMETDEN TEFRÎK EDİLEN (ayrılan) DÎNİN, HILÂFETDEN DE TEFFRÎKİ MÂHİYYETİNİ ALARAK, DÜNYÂDA GÖRÜLMEMİŞ bir MAS-KA RA-LIK  olmuşdur…” (23 sayılı YARIN Gazetesi, 23 Haziran 1928-5 Muharrem 1346)

Görüldüğü ve apaçık alaşılacağı gibi, bir zamanlar Abdülmecid içün Püsküllünün “Son Halifedir, bu doğrudur.” dediği adamın Şeyhülislâm gözündeki maskaralık fotoğrafı bütün hakîkatıyla budur.. Püsküllü ve benzeri heriflerin en büyük helâketi, kendi azametfürûşluk ve büyük görünme hastalığından kurtulamayıb, haddi aşarak nice belâ ve bâtıllara saplanmalarıdır. Bunun da en ANA sebebi: İcâzetli Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ulemâsına tâbî olamayışları, onları dinlemeyib, akıllarını, kendi azgın nefislerinin emrine vermeleridir. Böyle olunca da, pusulasız kalıb, hem dâll, hem de MUDİLL olmakdan bir türlü kurtulamamışlardır. Cumhuriyet devrinde yetişmiş nice gençler, bu kabil adamların ba’zı doğrular söylediğini görüce, her sözlerinin de DOĞRU oluvereceği zehâbına kapılarak, bunları birer rehber gibi kabûl etmişler; ve onların nice sapık, bâtıl, mudill ve hakîkat (Şerîat dışı) hezeyanlarını, o ba’zı doğrularının maskelemesiyle bir türlü görememişlerdir… Sarık-cübbeli vaaz kürsülerine çıkan pekçok istihbârât ajanları, şeyh-mürîd taslakları, purof etiketli oryantalist çömezleri, çakma üstâdlar, “kâinât imamları”, müctehidlik-müceddidlik şarlatanları, hatta yalancı peygamberler v.s. bile, meydanlarda boy gösterebilmişdir ki, bunlar, şeytanların vekîlleri olarak milleti dinden îmândan etmişler, hâlâ da bütün mel’anetlikleri ile devâm etmektedirler… Pusulasız, ölçüsüz, hakk-bâtıl arasını tefrikden aciz cumputrasi nesillerinin ise, bütün bunları görebilmesi, elbetde ki fevkal’âde zorlaşmışdır…

Bu hususda şu hadîs-i Şerîfi bilmiyen de yok gibidir: “Ümmetim hakkında ZİYÂDE korkduğum ŞEYLERDEN BİRİ DE, CERBEZE-İ LİSÂNİYYESİ OLAN HERHANGİ BİLGİÇ MÜNÂFIKDIR!” 

Bu hadîs-i Şerîfin tefsîrinden de, şu çarpıcı îzâhât bugünü pek güzel îzâh eder mâhiyyetdedir:

“Evet… şübhe yok ki, biraz ma’lûmât-ı hâiz, talâkat-ı lisâna (kolay anlatışa) MÂLİK bir şahıs, güzel bir İ’TİKÂDA sâhib bulunmayıb MÜNÂFIKÂNE hareketde bulunursa, onun ŞERRİNDEN sakınmak îcâbeder. Çünki YALDIZLI SÖZLERİYLE, YAZILARIYLA, FÂSİD FİKRİNE REVNÂK (parlaklık) verir, SÛRET-İ HAKK’dan görünür, nice GÂFİL KİMSELERİ kendi DALÂLET-İ FİKRİYESİNE (karanlık ve bâtıl fikilerine) DÜŞÜRÜR. Bâhusus zamanımızda bir nice HATİBLERİN, MUHARRİRLERİN NUTUKLARINI, YAZILARINI İHTİYÂD İLE (sakınarak, çok iyi düşünerek) DİNLEYİB OKUMAK ÎCÂB ETMEKTEDİR….Bunların bu telkinâtı, güzelce bir MUHÂKEMEYE TÂBİ’ TUTULURSA, birer ŞİHÂB (parlak yıldız) gibi parıltılarını müteâkıb hemen söner giderler. MÂHİYETLERİNİN NE KADAR ZULMÂNÎ OLDUĞU DERHÂL TEZÂHÜR EDER.” (Hikmet Goncaları, 500 Hadîs-i Şerîf, 1961, s.8, 6. hadîs-i şerîf.)

12–Üstâd-ı Püskülî bir başka vidyosunda da, BOP dümenleri cümlesinden olarak kurulacak “ABD-yahûd-haçlı güdümünde” bir hılâfet (!) içün, ABD ve sâir mercilerden, kendisinin de bu hususda RAPOR vermesi taleb edildiğini “şecâatla arzetmektedir!.” O da bundan, pek bol kese “övünç ve kıvanç” çıkarmış olmalı ki, bu taleb edişe, püskülünü havalara savurarak son derece sevinç-güvenç cevab  ARZEYLEMİŞ!.. Bu da, “hürriyet ve istiklâl” aşkının nerelerde seyretdiğinin isbâtıdır!.Ve Baîdulla’dan aldığı İLHÂM-I HANNÂS ile, yeryüzünde bir tek bile varmış gibi her “müslüman devletin (!) göndereceği” murahhaslarla teşekkül edecek bir “istişâre meclisi;” ve gene, arzda bir tek bile varmış gibi her “MÜSLÜMAN (!) devletin” bu meclise münâvebeli olarak ve bir iki yıllığına (BM misâlini de vererek ve onları örnek göstererek) devâm edileceğini söylemekde ve yazmaktadır! “Böylece hiç yokdan (akla zıyân, ucûbe, hılkat garîbesi) bir hılâfet kazancımız olacağını ve hılâfete eksik de olsa sâhib olunacağını” beyân etmekde edebilmektedir!. İslâm esaslarıyla İslâm târihinde YAŞANMIŞ hılâfet keyfiyet ve şartlarını zerre kadar kâle almadan; ve gene zerre kadar utanmadan, böyle uydurma bir (hılâfet ucûbesini) höykürebilmekde ve yazabilmekde, daha doğrusu bu babda hiç görülmiyen ecâib bir HILÂFET şekli içün müctehid edâsıyla ve ilhâm kaynağı da Baîdulla olmak üzere “FETV” verebilmektedir!. Nice garîbanlar da, bu maskaralık ve komedyaları ciddîye alıb: “Üstâdımız hılâfeti getirecek” gibi gâvurcasıyla halüsinasyonların, kurbağacasıyla (sanrı) yani hayâl görme ve sayıklamaların içine girebilmektedir!. Ve bazı parti pırtı liderlerinin adını da, “Üstadlarından” aldıkları ilhamla “Ümmetin Lideri” derecelerine ve gökyüzü katlarına çıkarmakda yarışlara mübâşeret edebilmektedirler!!! 

Püsküllünün “Baîdulla’dan” aldığı ilhamla, BOP güdücülerinin ortaya atdığı bu maskaralığa balıklama atlayışının; ve “BOP Türkiya içün bir ni’metdir” diyecek kadar da zıvanadan çıkışının altında, gene oryantalist çömez Baîdulla’dan aldığı ve HILÂFET nâm  ma’hûd kitâbına geçirdiği ucûbe (hılâfet) telâkkîsi yatmaktadır!. 

13–Bugün hılâfeti te’sis içün müslüman coğrafyasındaki devletler, AB (Avrupa Birliğindeki gibi) bir araya gelmelilermiş!. Bir başka vidyosunda dediği gibi de, her devletin başı, döner koltuk hesâbıyla 2 seneliğine BM’deki gibi münâvebe ile “Hılâfet Meclisinin Başkanı” olmalı imiş! AB’den, BM’den kopya çekerek ve onları model tanıyarak, “Müteveffâ Hazret-i Üstâd” böylece, o kendinden menkul “keskin zekâsıyla” cihân târîhinde hiç görülmemiş bir “Hılâfet Ucûbesi” peydahlıyor!. İLHÂM kaynağı ise, hiç şaşırılmasın Hindli müsteşrik (oryantalist) Prof. Bay BAÎDULLA’DIR!. 1924’de Abdülmecid’in maskara hılâfeti şahsında HILÂFET lâğvedilince, bir takım İslâm ülkelerinin modernist ve reformist şarlatanları da böyle uydurma “Hılâfet Kongreleri” ile Kâhirelerde boy göstermişlerdi. Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi de bunlar içün “Hılâfet Komedisi” gibi yazılara Yarın Gazetesinde yer verib, onları yerin dibine geçirmişdi!. Şimdi aynı soytarı zihniyeti Hidli Bâîdulla denen oryantalist ruznâmeye getirmiş olmakda, ondan da bu komedi bayrağını Püsküllü müteveffâ devralmış görünmektedir!..Bu müsteşriğin dediklerini ise, bir alt maddeye aynen iktibâs ederek koyacağız. Çakma Üstad ise, (hâşâ ve kellâ) o meşhur “Kerâmete k.ç atdıran Keskin zekâsıyla” ve kopyala yapıştır usûlü ile, bakınız ne hayâlî ve uydurma cevherler yumurtlamaktadır (vidyodan aynen):

XX”Her 10 milyon içün Hılâfet Meclisinde 1 murahhas bulunur…. Hılâfet meclisinde de her 10 milyon müslüman içün bir sandalye olur, katılanların murahhasları o sandalyeye oturur, katılmıyanların ki boş tutulur. (BİZDEN: sandalyelerin derisi de ceylan derisi olabilir!) Buraya katılmanın 2 mükellefiyeti olur. Hılâfet meclisine katıldınsa bir devlet olarak, gene cumhuriyetse cumhuriyet, krallıksa krallık, her şeyini de gene devâm etdir, hududlarını da devâm etdir. (BİZDEN: Laik-kamalist-ateist farketmiyor!!!) 2 taahhüd altına girersin:Benim sözümün özü bu, iki taahhüd altına girersin. Birincisi şudur:Ben müslüman bir halkı idâre ediyorum, ahkâm-ı islâmiyeye aykırı kânûn yapmıyacağım. (BİZDEN: Bugün bunu teahhüd edecek devlet muhâlken ve bunun hulefâ-yı Râşidîn ve 15 asır içindeki meşrû’ hılâfetlerle zerre kadar alâkısının olamıyacağı bedâhaten ortada iken, şu sapma, saptırma ve komediye bir bakınız!!!) Bir kânûn çıkarırsam, şeriata aykırıysa, hılâfet meclisi bunu ibtâl eder, kabûl ediyorum peşinen ANAYASA MAHKEMESİ gibi. (BİZDEN: Anayasa mahkemesi de benzenecek bir merci’! Kamalist, layıkçı ve heykelist T.C. ve sâireyi bir hayâl ediniz!!!) Hılâfet meclisi “Ey Suriye devleti! Sen şu kânûnu çıkardın ama, bu Şeriat’a aykırıdır bunu iptal et!” dedi mi, o kânûnu ibtâl edersin, bu teahhüde girer. (BİZDEN: Aman Yâ Rabbi, komedinin bu türlüsüne ancak Baîdulla ve Püsküllü imzâ atar!” Bir diğeri de “Şurda mülümanlara felâket vâki’ olmuş, buraya yardım edeceksin, oranın kararlarına itaat edersin….” Hılafet meclisinin kararlarına uyacaksın. (Memleketinde tâğûtî kânûnlarla yaşayacaklar amma H.Meclisi kânunlarını değiştir dedi mi hemen değiştirecekler!!!) Ticâretlerini birbirleriyle yaparlar, Avrupa ortak pazarı gibi, işin özü bu…. (Gene taklid, gene benzeme, ve hem de AB gâvurlarına…) Kamalizme karşı bizim gücümüz yoksa, gücü yeten birinin yardımını başımın üstünde kabûl ederim. (Ya’ni ABD güdümünde hılâfet! Tam komedi!) Amerika sana diyor ki ılımlı mülüman ol, bunun ma’nâsı ne, sen kamalizmle alem-i İslam’a lider olamazsın.” (Püsküllü de halîfe nâibi veya sermüşâviri olur, beni kuzu kuzu dinler de dilsiz koyun olursanız, ben de sizi İslâm Âlemine Fetovârî çoban yapar, HALÎFE tanırım; siz de benim paçalarımı ve çizmelerimi ara sıra zemzemle yıkar ve yalar, parlatırsınız!)  https://youtu.be/JuD3gbTMKxk?si=0ucriRBaj-FxnB9d

(Mâba’di var)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir