Türkiye, Dâr-ı İslâm Olmakdan Çıktıkdan Sonra…
12 Mart 2021
Kader ve Kazâya Dâir Ahkâm-ı Kur’âniye
17 Mart 2022

DÎNİ HEDEF ALAN UYGULAMALAR

Merhûm Şeyhü’l-İslâm Mustafa Sabri Efendi

 

Bosna Reisü’l-Uleması Cemal Hoca, şimdiye kadar dünya yüzüne gelip geçen bütün İslâm hükûmetlerinin mer’î (geçerli) ve mu’teber tuttuğu ahkâm-ı şer’iye ve fıkhiyeyi (şer’î ve fıkhî hükümleri) bir hamlede kaldırıp atan Ankara hükûmetine hak kazandırmak için edille-i erbaa-i şer’iyeden (şeriattaki dört delilden) Kitab ile Sünnete bir şey denemeyeceğini ve lakin icmâ-i ümmetle kıyâs-ı fukahâya gelince bunları tanımamakta bir mahzûr-ı dînî (dinî sakınca) olmadığını söylüyor.

İslâmiyetin bu gibi mebâhis-i müdevvene-i ilmiyesi (ilmî olarak düzenlenmiş konularını) okumamış ve tedkîk etmemiş bir adam, Cemal Hoca’nın şu sözlerini işitince icma’-i ümmetle kıyâs-ı fukahâyı Kitab ve Sünnetten çok ayrı ve çok aykırı şeyler zanneder. Hâlbuki icma’-i ümmetle kıyâs-ı fukahâya delîl-i şer’î (şer’î delîl) olmak salâhiyetinin verilmesi de Kitâb ile Sünnetten alınmıştır.

“Küntüm hayra ümmetin uhricet linnasi te’murune bilma’rufi ve tenhevne a’nil münkeri…” (Siz insanlar arasından çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz iyiliği emredersiniz ve kötülüklerden nehyedersiniz.) Ümmet-i M……d’in hayrü’l-ümem (ümmetlerin hayırlısı) olduğuna ve emr ettikleri şeye “ma’rûf”, yani şer’an tanınmış, nehy ettiklerine de ism-i mef’ûl sîgasıyla “münker” ta’bîr buyurulduğuna nazaran bu ümmet tarafından emr olunan, karar verilen şeylerin hak olması ve vâcibü’l-ittiba’ (uyulması gerekli olan) tanınması îcâb eder. Ârâ-i ümmet (ümmetin çoğunluğu), ihtilâf ile inkısâma uğrarsa (bölünürse) hak ve isâbetin hangi tarafta kaldığı kestirilemeyeceğinden, hak tanınmak imtiyâzı ümmetin ittifâka makrûn (yakın) olan reylerine, yani icmâ’a ait olmak lazım gelir. Şu kadar var ki, buradaki ümmetten rey ve ictihâda ehliyet şerâitini (şartlarını) hâiz olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat Ulemâsının hey’et-i umûmiyesi maksûd olarak ileride de îzâh edileceği veçhile avâmın icmâ’a te’sîri olmaz.

“Ve kezalike cea’lnaküm ümmeten vesaten litekunü şühedae a’lennasi ve yekûner-rasülü a’leyküm şehida” (İşte böylece sizi diğer ümmetlerin üzerine şâhidler olmanız, Peygamber de sizlerin üzerine şâhid olsun diye orta halli (vasat) bir ümmet kıldık.) âyet-i kerîmesi de Ümmet-i M…..d’in adâletle muttasıf ve makbûlü’ş-şehâde (şahitliğinin makbûl) olduğuna delâlet ederek hey’et-i umûmiyesine hatâdan ismet (günahsızlık) va’d edildiğini gösterir ve artık hak ve hakîkat, Ümmet-i İslâmiye için, ârâ-i umûmiyesi hâricinde kalmayan bir mevhibe-i İlâhiye (İlahî bağış) hâlinde bulunmuş olur.

“Ve men yüşâkıkir-resule min ba’di mâ tebeyyene lehül-hûda ve yettebi ğayre sebili’l-mü’minine nüvellihi mâ tevellâ ve nuslihini cehennem” âyeti de icmâ’-ı Müslimînin hüccet-i katıa (kesin delîl) olduğunu ifâde etmektedir. İşte bu âyet-i kerîmede Cenâb-ı Peygamber Efendimize muâraza (karşı çıkan) ve muhâlefet edenlerle mü’minlerin mesleğinden başkasına ittibâ’ edenler (uyanlar) hakkında ve vaîd-î şedîdi (şiddetli azâbı) muntazammın bulunuyor. Mü’minlerin mesleğine muhâlefet, Peygambere muhâlefet derecesinde mühimm bir cürm (suç) ad olunmuştur ve bu cürmü iki muhâlefetin bir araya gelmesinde aramaya mahal yoktur. Çünkü yalnız Peygamber’e muhâlefet, mücîb-i cezâ olmak (cezâya uğramak) için kifâyet eder. Ve mü’mînlere, yani mü’mînlerin hey’et-i umûmiyesine muhâlefet de başlı başına bir cürüm teşkîl etmese evvelkine zamm ve ilâvesi lüzumsuz bir haşv (fazlalık) vaziyetinde kalır. Bundan başka, âyette zikr olunan meslek-i mü’minin (mü’minlerin yolu), imân ve İslâm yoluna haml edilemez (yorulamaz). Çünkü buna muhâlefet peygambere muhâlefetde dâhil ve münderic olduğundan yine haşv ve istidrâke mahal kalmamak üzere ikinci muhâlefetin ayrıca bir mânâsı olmak lazımdır ki, o da mü’minlerin icmâ’ ve ittifâkına muhâlefetten ibârettir. Hem de meslek-i mü’minîne “ittiba’” ta’biri onların mesleğini bilâ kayd ü şart aynen kabûl etmek mânâsını ifâde ederek, imân ve İslâm gibi delâile (delîllere) istinâd eden şeylerde “ittiba’” ta’biri pek münâsebet almaz.

“La tectemi’u ümmeti ale’d-dalâleti”, “Mâ raâhül-mü’mûne hasenen fehüve in dallâhi hasenün”, “Yedullâhi ma’a’l-cemâti kaydi şibürün fakad mâte meytetüm câhiliyyetüm”, “aleyküm bi’s-sevâdi’l-a’zam” tarzındaki ehadîs-i şerîfede (hadîs-i şerîflerde) her biri ayrı ayrı haber-i âhad olmakla beraber; Hatem’in sahâveti (cömertlik) ve Cenâb-ı Ali’nin şecâatine (yiğitlik) dâir; her biri zann ifâde etmekten ileri geçmeyen haber-i âhad derecesinde olduğu hâlde min haysi’l-mecmu’ tevâtür-i mânevîyi hâiz olmak cihetiyle ilm-i zarurî ifâde eden rivâyât ve hikâyât gibi bu hadîslerde mütevâtirü’l mânâ (mânâsı i’tibâriyle mütevâtir) olmayı bir derece-i kesrette (çokluk derecesinde) bulunarak hey’et-i mecmu’asıyla (toptan) icmâ’ın hüccet-i katıa (kesin delîl) olduğuna delâlet etmektedir.

Âyât ve ehadîsden başka, icma’ın hüccet-i kat’iye olduğunda bütün ehl-i sünnet ulemâsının icma’ ve ittifâkı vardır. Ve bu ikinci icma’, icma’ı icma’ ile isbât tarzında müsâdere ale’l-matlûb tâbir olunan bir devr-i bâtılı tazammun etmeyip icma’ın hüccet-i kat’iye olduğuna delîl-i aklî (aklî delîl) teşkîl eder. En büyük müctehidlerden mürekkep olan bu kadar ulemânın, bir ağızdan icma’ı hüccet-i kat’iye olarak kabûl etmesi kat’iyete âid hükümlerinde mutlaka Kitâb ile Sünnetten bir nass-ı kâtıa (kesin nassa) istinâd ettiklerini bize bildirir. Delîl-i kat’isine dest-res olmadan kat’i hüküm vermemek husûsundaki adetlerin, adâletleri ve emânetleri bunu sûret-i kat’iyede muktezidir (gerektirir). İşte, icma’ın hüccet-i katıa olduğunu müttefikan i’tirâf eden ve kizb (yalan) üzerine ittifâkları tasavvur olunamayacak derecede bulunan ulemâ-yı müşârünileyhin, şu ittifâkları ile âdeta “Bizim elimizde bunun kat’i müstenidi (kesin bir dayanağı) var” diyerek bize te’minât vermiş oluyorlar; icma’ın hücciyetini kabûl etmeyen miskin de asren ba’de asr (asırlar boyunca) gelip geçen bütün eimme-i dînin (din imamlarının) ictihâdlarına i’timâdsızlık şeklinde de olmayarak sözlerine ve şehâdetlerine inanmamak tarzında ve kendilerini yalancı çıkarmak derecesinde bir küstahlık irtikâb etmiş (işlemiş) oluyor. Hâlbuki bu icma’, ilm-i zarurî (zorunlu bilgi) ifâde eden tevâtürün havass-ı müslimîn (Müslümanların seçkin) kitlesine müstenid bulunan hadd-i a’lasıdır (son derecesidir).

“El yevme ehmeltül leküm dineküm ve etmemtü aleyküm ni’meti ve razitü lekümmü’l islâme dina” âyet-i kerîmesiyle kemâline vâsıl olduğu beyân buyurulan Dîn-i İslâmın ahkâmında Kitab ile Sünnet’in dâire-i sarâhati (açıklık dairesi) hâricinde kalan muhtâc-ı hâll mesâil (halle muhtac meseleler) için, Cenâb-ı Peygamber Efendimizin irtihâlinden sonra, Kitâb ve Sünnet esaslarından istinbât-ı ahkâma (hükümler çıkarmaya) kâdir ulemânın icma’ ve ittifâkı merci’ olmaz da neresi olur? Yoksa kemâline vâsıl olduğu âyette beyân edilen dîn-i İslâm bilakis nâkıs (eksik) kalmaya mı mahkûmdur?

Beş vakit namazlarımızı teşkîl eden aded-i rekât (namaz rekâtlarının sayısı) ve evza’ ve harekât gibi zarurât-ı dîniyeden (dîni zarûretlerden) olarak kabûl ettiğimiz şeâir-i dîniyemizin (dîni şiârlarımızın) tafsilâtına âid kanâatlerimizde ancak icma’-i ümmet delîline istinâd ettiğimiz cihetle, icma’ hüccet-i kat’iye olmazsa herhangi bir vakit namazını nasıl kılacağımız ve kaç rekât kılacağımız hakkındaki ma’lûmâtımızın bile kat’iyetle sâbit olmayıp şüphe tahtında (altında) kalması lâzım gelir. Yarın öbür gün namazlarda rükû’ ve sücûdu (secdeleri) ilgâ edeceğini tahmîn ettiğimiz Ankara hükûmetinin Bosna Reisü’l-Uleması gibi tasdîkçileri belki şimdiden böyle şüphelerin İslâm akîdeleri arasına duhûlünü (girmesini) arzu ederler.

Bir misâl daha söyleyelim: Beş vakitte okunan ezân-ı M……dî hakkında ki ehadîs, tevâtür mertebesini hâiz olmadığına mebni ezanın kat’iyetle şeâir-i İslâmdan addolunması icma’ delîline istinâd etmektedir. İşte icma’a edille-i şer’iyye (şer’î delîller) meyânında kıymet vermemek Müslüman dîninin ezân şiârını da şüpheye düşürecek bir fitne yolu olur. Bunun misâli daha çoktur ve hepsi Ankara hükûmetinin Dîn-i İslâm hakkında mutasavver (düşündüğü) bir suikastını istihdâf eder (hedefler).

 

[Kemalist Türkiye’nin Din Yanlışları, Şeyhü’l-İslâm Mustafa Sabri Efendi, Derin Tarih, Makâle 8, Sh: 47/51]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir