(11) Şevket Eygi Bey’in İcâzeti Yoksa Da, (İzni) Varmış! Üstelik “Asıl Cumhuriyetçi Benim!” Diyor…
17 Nisan 2015
(13) Şevket Eygi Bey, Meğer, “İcâzeti” De Olduğu Hâlde: “Asıl Cumhûriyetçi Benim…. Laiklik İslâm’ın Esâsında Vardır!” Diyormuş!.
10 Mayıs 2015

 -Hocam Diyânet İşleri Reisliği “Mezâhibin Telfîki ve İslâm’ın Bir Noktaya Cem’i” adlı bir kitab neşretdi. Duydunuz mu, bilmiyorum?

MUHTEREM ENVER BAYTAN HOCAMIZLA MEZHEPLERİN TELFİKİ (BİRLEŞTİRİLMESİ) HUSUSUNDA BİR RÖPORTAJ

Mehemmed SAFFET

 

 -Hocam Diyânet İşleri Reisliği “Mezâhibin Telfîki ve İslâm’ın Bir Noktaya Cem’i” adlı bir kitab neşretdi. Duydunuz mu, bilmiyorum?

 -Evet, biliyorum efendim. Bende Arapçası var. Ayrıca Ahmed Hamdi Akseki merhum tarafından tercüme edilip 1332 Dârül’hilâfe baskılı nüshasından tedkîk etmişdim.

 -Siz aslından da tedkîk buyurduğunuza göre, işimiz çok daha kolaylaştı demektir. Efendim malûmunuz bu kitab Mısır’lı Şeyh Abduh’un tilmizlerinden Reşit Rıza tarafından yazılmış. Sonra merhum Ahmed Hamdi Akseki tarafından Türkçeye tercüme edilmiş ve milâdî 1914 tarihinde Âhmedi matbaasında 407 sahife olarak tabedilmiş. Şimdi Diyânet İşleri Başkanlığı  Hayreddin Karaman’a vazîfe vermiş ve bu kitabı Ahmed Hamdi Akseki’nin tercümesinden sâdeleştir demiş. O da öyle yapmış ve kitabı şimdi elimizde.Bendeniz kitabı okudum. Eser, malûmunuz mezheblerin birleştirilmesi görüşünü savunuyor. Zaten Hayreddin Karaman takdîm yazısında “Kitab İslâm birliği hurâfe ve bid’atler, İslâm birliğini bozan mezheb ve zümre taasubu” gibi mevzuları incelemektedir diyor.. “İslâm birliğini bozan mezheb ve zümre taassubu” ibâresinden anlaşıldığına göre, sayın Hayreddin Karaman mezhebler telfîk edilip birleştirilince bu bozukluğun giderileceği fikrindeler…

 Hocam, bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz, bu mezheblerin telfîki, yâni birleştirilip bir noktaya cem’i hangi kaynakdan besleniyor, bunun menşei nedir asırlardır gelen bu kadar allâme “Mezheblerin İslâm birliğini bozduğunu!” niye görememiş; ve mezheblerin birleştirilmesi bahis mevzûu olunca neden buna karşı çıkmışlardır?..

 Evvelâ bu işin kaynağı nedir, bunu lûtfeder misiniz?

 -Efendim Hicrî 661’de dünyâya gelen ve bilhassa 680 târihlerinden itibaren “İbni Teymiyye” nâmiyle şöhret salan zekî bir şahıs zuhûr etmişdi. –İleride neşredilmek üzere yazmakta olduğumuz eserde gerek şahsı gerek yersiz içtihadları hakkında etraflıca bilgi vereceğimiz­- bu zat, bazı i’tikâdî ve amelî mes’elelerde büyük müctehitlere, hattâ sahâbeye baş kaldırmışdı. Fakat “Tekıyyü’d-Dîn Sübkî”, “Şihâbü’d-Dîn ibni Hacer-i Heytemî” gibi devrin ileri gelen birçok âlimleri ilmî tenkitlerde bulunarak, bu hususta hatâlı yollara saptığını, bunlardan rücu’ ve tevbe etmesi gerektiğini isbat etmişlerdi. Böylelikle kendisine haddini bildirmişler, o ilmine mağrur olarak dikleşen aşını eğdirip hizâya getirmişlerdi.

 Daha sonra bu başa “İbni Kayyım El-Cevzî”, “Muhammed ibni Adil-Vehhab”, Mısırlı “Muhammed Abduh”, Efganlı “Cemâle’d-Dîn” gibi şahıslar zaman zaman eklenerek -İslâm âlemini kuşatma tehlikesini gösteren- bir zincir teşkil etmişlerdi.

 Hattâ bir ara –hâtırladığıma göre 1948 yılları sırasında-, yine “İbni Teymiyye’nin görüşlerine dayalı olarak, Mısır’da bazı âlim geçinen şahsiyetlerin iştirâkiyle ve (İlâm Birliğini Yeniden Kurmak) iddiâsiyle bir cemiyet kurulmuştur. Kahire’de kurulan bu cemiyetin adı: “İslâm Mezheblerini Birbirine Yaklaştırma Cemiyeti”dir. Bu cemiyetin başkanlığına “Abü’l-Mecid Selîm” adında biri seçilmişdir.

 Cemiyetin kurucuları arasında Mısırlı “Allube Paşa”, Filistin Başmüftîsi “Emin El-Huseynî”, İmâmî şiîler ulemâsından “Muhammed El-Kummî”, Zeydî şiîlerden Yemen mümessili “Seyyid Ali Bin El-Muayyed”, İrân şiîlerinden “Mehdi Refi’ Bey”, hulâsa muhtelif mezheblere mensup şahsiyetler bulunmaktadır.

 Bu cemiyet kurulduktan sonra çalışmalarına başlamış, cemiyetin niçin kurulmuş olduğunu anlatan ve cemiyetin anayasasını ihtivâ eden bir risâleyi bastırıp bazı İslâm memleketlerine göndermiş, kuruluş gâyelerini destekliyen bazı makâleler, eserler neşretmiştir. Aksekili Ahmed Hamdi merhûmun “Mezâhîbin telfîki ve İslâm’ın bir noktaya cem’î” adı altında dilimize çevirdiği eser de bu gâyeyi, yani İbni Teymiyyeci zihniyeti destekliyenlerden biridir.

 Söylediğiniz gibi bu eserin asıl yazarı, Şeyh Muhammed Abduh’un talebelerinden Mısırlı Şeyh Muhammed Reşîd Rızâ El-Hüseynî’dir.

 Netice: Bu İbni Teymiyye zincirinin sonuna bir halka daha eklendikçe İbni Teymiyye baş kaldırmış ve devrin ulemâsını -cevap vermek mecbûriyetinde bırakarak- hayli meşgûl etmişdir. Günümüzde de aynı da’vâ -ayân, beyân- baş göstermiştir. Bazı safdil kimseleri, safına çekme isti’dâdını gösterecek derecede ciddiyet kazanmıştır. Sizi ve bizi şu anda bu mevzûlara eğilmeye sevk eden de bu oluyor. Yoksa, târihe karışmış şeyleri, ehlince gereği gibi cevaplar verilerek saf dışı edilmiş mesnetsiz ve çürük kanâatleri, bayatlamış nesneleri -temcit pilâvı gibi tekrar tekrar- ortaya çıkarmağa, şu derdi başından aşmış necîb milletimizin derdini artırmağa, yâhud tazelemeğe hevesli olanlardan değiliz.

 -Hocam demek ki “Mezâhibin telfîki ve İslâm’ın bir noktaya cem’i” İslâm Birliğini Bozduğunu!” inceliyen ve “İslâm Birliğini” savunduğunu sana bu eser, İbni Teymiyye ekolünün bir müdâfaannâmesi oluyor. Fakat Ahmed Hamdi Merhûm bu eseri neye tercüme etsin? Çünki merhumu bendeniz eserlerinden tanırım. İlmihâl kitaplarında olsun diğer eserlerinde olsun “Mezheblerin birleştirilmesi” gibi bir fikrine rastlamadım. Bilâkis bu fikirlere cephe almış olduğu kolayca anlaşılır. Çünki “İslâm Dîni” adlı eserinin Günel Sanatlar Matbaasında 1954’de yapılan tab’ında İmâm-ı A’zam hakkında şöyle yazıyor: “Hapisde o kadar döğdüler ki, bunun te’sîriyle hapishânede secdede iken 70 yaşında Rahmet-i Rahmâna kavuşdu (Rahmetullahi aleyh.) Cenâze namazında hazır bulunan cemâat, 50 binden ziyâde idi. 6 defa namazı kılındı. İŞTE MEZHEBİNİN MÜESSİSİ İmâm-ı A’zam Nu’man bin Sâbit’in kısaca tercüme-i hâli.” Ebû Hanîfe’nin mezhebi en evvel takarrür eden, en kuvvetli, en sahîh en açık, Kitab ve Sünnete en muvâfık, sahâbe mezhebine uygun olan bir mezhebdir.” (Sahife:69) İşte hocam, bir tarafda Ahmed Hamdi merhûmun herkes tarafından okunup bilinen bu satırları; öteki tarafta da, tercüme ettiği “Mezheblerin Telfîki” (birleştirilmesi) nam Reşid Rızâ’nın kitabı.. Şimdi (Ahmed Hamdi Akseki) imzâsı hakkında ne düşüneceğiz, bunu istirham edelim.

 Bu husûsda, -yanlış bir anlayışa meydan vermemek için- oldukça eski bir hâtıramı nakledeyim. Bu hâtıram (her zaman hürmetle andığım ve büyük hizmetlerinden dolayı kendilerine pek minnettâr bulunduğum, çok değerli âlimlerimizden) Aksekili merhum Ahmed Hamdi Efendi ile alâkalıdır. Şöyle ki:

 Allâh’ın vâsi’ rahmetine kavuşan bir üstâdımız, bize fıkıh kitaplarından “Merakı’l-Felâh” adındaki eseri okutuyordu. Ders bittikten sonra bazen sohbet ederdik. Fırsatı ganîmet bilerek hocamıza mühim mes’eleler sorardık. Bu cümleden olarak ben bir gün, hoca efendiye; (telfîk-i mezâhibin), yâni mezhebleri birbirine zammetmenin, toplayıp bir arada birleştirmenin câiz olup olmadığını sordum. Bunun da sebebi, o günlerde rahmetli Aksekili Ahmed Hamdi Efendi’nin “Mezâhibin telfîki ve İslâmın bir noktaya cem’i” isimli bir tercüme eserini okumuş olmamdır. Merhum hocamız kısaca:

 “Mezhebleri birleştirmek câiz değildir.” Buyurdular. Ve benim, bir sapık zihniyete kapılmış olmamdan şüphe edercesine üzerime gözlerini dikerek:

     “Ne olmuş, bunu neye soruyorsunuz?” diye âdetâ bir telâş gösterdiler. Ben kemâl-i edeple sözlerime devam ettim:

 -Efendim birkaç gündür Ahmed Hamdi Efendi merhûmun, vaktiyle tercüme etmiş olduğu “Mezâhibin telfîki ve İslâmın bir noktaya cem’i” adlı kitabını okuyorum. Gerçi bu kitapta yer alan fikirleri aslâ aklım almıyor, bu kitap acâyip ifâdelerle doludur, boş davâsını pek gayri makûl, -ilmî yönden- pek gülünç lâflarla müdâfaaya ve isbâta calışıyor. Kısaca: Vakit öldürmek için yazılmış yegâne eserlerden biridir. Kanâaatim bu merkezdedir. Fakat Ahmed Hamdi gibi Ehl-i Sünnet ve ehl-i edepten bir hoca efendi nasıl olmuş da böylesi ölçü dışı bir kitabı tercüme etmiş, buna da aklım ermiyor, dedim.

 Bunun üzerine rahmetli hocam derin bir nefes aldı, üzüntülü bir tavırla:

 “Oğlum, yanılan sâde O değildi ki.” Dedi. Bu arada dîni yıkmağa matuf bir takım teşebbüslerden bahsetti. İbni Teymiyye’den, İbni Kayyım’dan, Muhammed Aduh’u ve peyrevlerinden, daha sonra İzmirli Hakkı’lardan, falanlardan, filânlardan, bunların fikir ve gâyelerinden uzun uzun söz etti ve işi Aksekili Ahmed Hamdi’ye getirerek:

 “Ahmed Hamdi Efendi, o eseri toyluk zamânında yâni henüz talebe iken tercüme etmiştir. Ancak, seviyesi yükseldikten, ilimce kemâl bulduktan sonra hatâsını anlayarak, tercüme ettiğine çok peşîman olmuştur. Çünkü, yazarının, sakat fikirliler silsilesinden olduğunu ve makbul bir niyyete bağlı bulunmadığını sonradan fark etmiştir. Hattâ tekrar neşretmek isteyenler olmuş ve müsâde etmemiştir. Bu itibarla, siz yine ahmed Hamdi Efendi’ye olan hürmetinizi devam ettirin. O, hatâda ısrar edenlerden değildir.” buyurup sözlerine nihayet verdi.

 Bu üstâdımı çok severdim. Dört hak mezhebin fıkhını gâyet iyi bilir, hem usûl hem furu’larında yed-i tûla (derin bilgi) sâhibi idi. Bunun içindir ki pek mütevâzi ve edepli idi. Dolu başak misâli, müctehidlerin manevî huz3urunda boynu eğikti. Onlara sonsuz hürmet gösterir: “Onlar olmasaydılar, muazzam hizmeti yapmasaydılar bizim için âcizler bugün ne yapabilirdi” derdi. İçi boş bir başak gibi başı dik kimselerden değildi. O derece âlim idi ki:

 Bugün İbni Teymiyye kâfilesinde olanların hepsini, bilâistisnâ en azından yirmi sene okutur da yine kâ’bına varamazlar, kanâatindeyim. Zirâ memleketimizde son yarım asır içinde yapılmakta olan tedrîsâtın kifâyetsizliğini, yetişenlerin ise eskiye –meselâ: Elmalılı Muhammed Yazır’a- nisbetle ne derece yetişebildiklerini biliyoruz.

 Demek isterim ki: Hangi mezhebden isek o mezhebin i’tikâd ve amelî mes’elelerini iyi öğrenip amel etmeğe, vakit elverdikce başkalarına öğretmeğe çalışalım, kıymetli vakitlerimizi bu yolda harcayalım. Buna bile yetmiyen şu ömrümüz içinde, akıntıya kürek çekmekle vakit geçirmiyelim. Seçtiğimiz yolun bize neler getireceğiniveyâ bizden neler götüreceğini çok iyi düşünelim. Bizden önce gelip geçen âlimlerden –gâlip tarafı tutanlardan ayrı, mağlûp tarafı tutanlardan ayrı- ibret dersi alalım. Onların içinde her türlü ders almak mümkün olan zatlar mevcuttur. Kimi durmadan hayırlı hizmetler yapmış, dinî ölçüler içinde yaşamış kimi de “leyte-lealle” ile, boş iş ve sözlerle vakit öldürmüş, ilminden kendisi de başkaları da fayda görmemiş ve belki zarar görmüştür.

 -Meselâ Mısırlı Abduh ve üstâdı Cemâleddîn-i Efgânî’nin masonluğu ma’lûm ve meşhurdur. Hattâ Ahmed Davudoğlu Hocamızın “Din Tahripçileri” adlı eserinin 1. Sahifesinde, Efgânî’nin “Şarkın Yıldızı Locasına” kayıtlı olduğunun vesîkalarını bile görebiliyoruz. Gene aynı eserin 76. Sahifesinde Şeyhülislâm merhum Mustafa Sabri Efendi’nin dinin “Mevkifu’l-Akli ve’l-ilmi” nâm eserinden şu satırların alındığını görüyoruz: “Şeyhi Cemâleddîn Efgânî vâsıtasıyla Ezher’e masonluğu sokan odur. Nitekim Mısır’da kadınların açılıp saçılmalarını tervîc hususunda Kasım emin’i teşcî’ eden de odur…” Ayrıca gene aynı sahifede şu satırları okuyoruz: “Ezher mecellesinde okuduğuma göre Mısır’da ilk Masonluk Locasını Şeyh Muhammed Abduh kurmuştur.”

 Hâl bu olunca, şimdi siz Abduh’un tilmizi olan Reşit Rızâ hakkında ne buyuruyorsunuz?

 -Esâsen Reşit Rızâ’nın vermiş olduğu eserlerinden zamân zamân yazmış olduğu makâlelerinden ne türlü bir i’tikâd ve düşünceye sâhib olduğu açıkça anlaşılmaktadır. İlerideki tehlikeleri görme kabiliyetinden oldukça mahrum bir zat olarak tanırım. Bu hususta en büyük şâhidim yine kendi eserleridir.

 -Hocam, bu “İslâm Birliği” perdesi altında Mezheblerin telfîki, yâni birleştirilmesi gibi cereyanların altında dış te’sirler bulunamaz mı

  -Dış te’sirler her sahâda olduğu gibi bu gibi dîni mes’elelerde de nüfûz etmeye çalışabilirler.

       Meselâ; ben arasıra bu gibi şey’leri işittikçe veyâ herhangi bir kâğıt üzerinde okudukça, Müslümanca adı – (Kemâl) olan, fakat –gerek şîvesinden ve gerek diğer hallerinden- mükemmel bir İngiliz misyoneri anlaşılan adamcağızın sözleri aklıma gelir.

 Bu adamla, bundan 13-14 sene kadar önce tesâdüf bir dişçinin muâyenehânesinde karşılaşmıştım. Benimle alâkadar oldu; adımı, vazîfemi sordu. Konuşuyorduk; münâsebetli, münâsebetsiz şunları tekrarlıyordu:

 “Canım Enver bey! Peygamber zamânında mezheb var mıydı, ben düşünüyorum: Din birdir, mezhebe ne lüzum var, Kur’ân meydandadır, hadîsler ortadadır. Gerçi hadîslerin çoğu uydurmadır ya, neyse onları geçelim. Eski müçtehitlerin içtihatları va’desini doldurdu kanâatindeyim, artık yeni içtihatlara doğru gitmek lâzım. Mâlûmdur ki, zaman değişince ahkâm da değişir. Fakat bazı hoca efendilerimiz bunu düşünemiyorlar. Tabiî haklıdırlar, çünkü akılları ermez câhildirler. Ancak, Enver Bey, sizi çok uyanık buldum, siz zemin ve zamânı düşünürsünüz, zamânın ihtiyaçlarını bilirsiniz. Eğer cesâretle bu “Yeni içtihatlar”a teşebbüs eder, mezheb taassubunu ortadan kaldırmağa çalışırsanız, maddî ve manevî her türlü yardımı yapmağa hazırım, yeter ki Müslümanları bugünkü durumdan kurtaralım…”

 İşte böyle,  dişçide hem sıramızı bekledik, hem de tahmînen bir saat kadar konuştuk. Fikirlerini ve vazifesini iyice teşhis ettikten sonra bu sinsi adama kısaca şu cevâbı vermiştim.

 -Ben bu kanâatta değilim. Enim ahlâkî ve ilmî terbiyem buna müsâit değildir. Başımdan üyük işlere karışmam, kaldı ki buna lüzum da yoktur. Bizden bu cevâbı alır almaz ma’nâlı, ma’nâsız baktı ve sözlerine şunları ekledi:

 “Enver Bey, sizinle gerçi yeni tanıştık, fakat sizi çok sevdim, bu kanâatınızı değiştirmenizi ricâ ederim. Unutmayınız ki yirminci asırda yaşıyoruz, asrın icaplarına göre yeni içtihatlar yapmak şarttır ve bu mutlaka olacaktır…”

 Arzetmek istiyorum ki, bu türlü lâflar, böyle sakat fikirler yerli malı değil, ithal malıdır. Ve ötedenberi ara sıra hortlatılır, lâyık olan şamarları yedikten sonra  … üstü oturur.

 Bir zaman bu fikirleri Babanzâde merhum Ahmed Naim Bey şamarlamıştı. Bir zaman Şeyhü’l-İslâm rahmetli Mustafa Sabri Efendi hem de gereği gibi –şamarlar atmıştı.- Rahmet canlarına Ermenak’lı Saffet Efendi ve daha bazı zâtlar –lüzum ettikçe- bu sakat fikirleri tokatlamağa devam ederek hadlerini bildirmişler, vazifelerini yapmışlardı. Ve her vakit bu sakatlar sinmeğe mecbur kalmışlardı.

 Oyun bilmez bir yalancı pehlivan ne kadar cüsseli ve gisterişli olursa olsun –görünüşte çelimsiz de olsa- yetişkin bir hakikî pehlivan karşısına çıkıverince derhal yerlere serilmeğe mahkûmdur.

 Gerçek odur ki, böyle sakat zihniyete hizmet edenler –eskiden beri mağlûp olup hüsrâna uğradıkları gibi- bundan  sonra da mağlûbiyette, hüsrâna uğramakta devam edeceklerdir. Çünkü, zâten mağlûp tarafı tutuyorlar. İki kere iki dâima dört eder, hiçbir zaman üç veyâ beş etmez. Beş eder diyenin mağlûp olacağı muhakkaktır.

 “Bâtıl hemîşe bâtıl-ı bîh”dedir veli

 Müşkil budur ki suret-i hakdan zuhûr ede.”

 Ne var ki, bazı genç kardeşlerimizin böyle akıntıya kürek çekmelerine gönül râzı olmuyor. Bu arkadaşlar kafalarını böyle faydasız hayaller uğrunda yoracaklarına ilim ve irfanlarını arttırmağa ve âsâr-ı İslâmiyyeyi gereği gibi anlamağa çalışsalar kendileri için daha iyi olmaz mı?

 -Hocam bir de size şu hususları sormak isterim: 1) İbâdet sırasında her millet Kur’ân’ı kendi diliyle okusun deniyor. 2) Bazı hadîslerin sahîh olduğu ve pek çoğunun da uydurma (mevzu’) olduğu ileri sürülüyor. 3) ayrıca, müctehidleri taklîde lüzum görmeyenlere, herkes kendi içtihadıyla amel etmelidir diyenlere rastlıyoruz. Böyle bir takım mezhebler lüzum yokdur diyenler de oluyor. Bunlara ne buyuruyorsunuz?

 Efendim, dikkat etmelidir, dînimizin düşmanları onu yıkmak ve hiç değilse harap etmek için zaman zaman şu çârelere başvurur ve şu teklifleri ileri sürerler:

 1-İbâdet sırasında her Müslüman millet Kur’ân’ı kendi diliyle okumalı.

 (Çünkü direkt olarak Kur’ân’a dil uzatmağa veyâ onu tahrîfe cesâret edemezler. Ancak meâl hâline getirdikten sonra bunları yapabileceklerine inanırlar.)

 2-Esâsen şu kadar yüz –meselâ: 300,400- hadîs vardır gerisi hep asılsızdır, uydurmadır, onlara itibar etmemelidir.

 (Zirâ bilirler ki, hadîs külliyatını yok edebilirlerse pek çok ahkâm ortadan kalkar ve z^ten Kur’ân-ı Kerîm de onlarsız iyi anlaşılamaz, onun ahkâmına da halel gelir.)

 3- Müctehitler de kim oluyormuş onları körü körüne taklide lüzum ve ihtiyaç yoktur. Herkes, delillerinden, kendi anlayışına göre ictihat ve amel etmelidir.

 (Bilirler ki,  bu yola gidilirse ortaya bir curcuna çıkar, bir perişanlık alır yürür.)

 4-Efendim, dîn birdir ve birlik d3inidir. Bu kadar mezhebe ne lüzum var! Bütün mezhepleri birleştirip bir tek yoldan yürümeli.

 (Bilirler ki, hak mezhepler Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân’a ve Hadîs-i Şerîflere tamâmen uygundur, dînin en sağlam kaleleridir. Bunlar yıkılır ve ortadan kalkarsa mes’ele biter. Artık her türlü reformu, yeni ve modern içtihatları yapmak mümkün olur. Bu sâyede yeni İslâm müctehidi olmak isteyen bedbahtlar, birtakım sapık mezhep tarafları ve nefis adamları söz ve -aradıkları- şöhret sâhibi olurlar.)

 Esâsen hak mezhepler arasında bazı ictihâdî ihtilâflar vardır. Bu yüzden amelî mezhepler görünüşde 4’e ayrılmışdır. Bin küsûr sene önce bu 4 mezhebin hak olduğu ve geri kalan fırkaların şâyânı kabûl olmadığı ilmen tesbît ve kabul edilmişdir. Böylelikle bu hak mezhebler yerleşmiş; mes’ele kökünden halledilmiş, artık üzerinde duracak bir hâl kalmamışdır. Bunu yeniden kurcalamak İslâmiyyete yeniden bir fitne kapısı açmakdan başka bir işe yaramaz.

 Türkiye Cumhuriyeti halkı –pek azı müstesnâ- tamamiyle Ehl-i Sünnet’dir. Ehl-i Sünnet 4 mezhebden mürekkebdir: Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî.

 Dünyânın (700) milyon İslâm milletinden ortalama (600) milyonu Ehl-i Sünnet’dendir. Geri kalanı da Ehl-i Sünnet hâricinde kalan (ehl-i bid’at)dır. Bunlara avam lisânımızda “Beşinci mezheb” derler. Eğer mezhebleri birleştirme diye bir şey düşünülse, en azından bu beşincilere bir beşinci daha ilâve edilmiş olur.

 İkincisi, ne kadar beşinci mezheb varsa, bunlar da aynı iddiada bulunacaklar, her biri: “mezhebim hak, yoğurdum ak!” diye bağıraşacaklardır.

 Üçüncüsü ise, Müslümanlar farz-ı muhal hiçbir mezheb ve müçtehid tanımayıp veyâ tek mezheb sâliki olmakdan çıkıp şer’î delillerle başbaşa kalınca her kafadan bir türlü ses çıkacak, aklı eren de ermeyen de işe karışacak, âmiyâne bir ta’birle: “Kimin çaldığı, kimin oynadığı belli değil” bir hâle gelecekdir.

      Birincisi acı bir tebessüm, ikincisi kahkaha, üçüncüsü de büsbütün makaraları koyuvermek gibi bir gürültü manzarası arzedecekdir.

 -Hocam müsâadenizle bir suâl daha soralım. Bizim gibi genç ve terübesiz bazı kardeşlerimize tavsiyeleriniz olacak mıdır?

 Evet, genç kardeşlerimden bilhassa ricam şudur:

 Yaptığınız işlerde dâima istişâre edin. Sırf kendi aklınızla hareket etmeyin. O işde tecrübe sâhibi  büyüklere danışın. Bazı insanlar gençken –dalından kopmuş- kavak yapraklarına benzerler. Hafif bir rüzgâr bile onları l3alettayin bir çukura itebilir. Siz de onlardan olmayın. Çünkü size kendilerini farkettirmeden sokulacak, sizin tecrübesizliğinizden istifâde etmek isteyecek bazı vazifeliler vardır. Bunlar size gâyet ustalıkla yaklaşırlar, koltuklar verirler, şu şu işlerin, şöyle şöyle yapılması lâzım, bunu da ancak sizler yapailirsiniz. Çünkü siz mücâhitsiniz, şöyle ilimle mücehhezsiniz, böyle mücehhezsiniz, derler. Sizleri altından kalkamıyacağınız işlere, zararlı mecrâlara sokabilirler. Hem kendiniz zarar görürsünüz, hem –az da olsa- başkalarına zarar vermiş olabilirsiniz. Ve biliniz ki:

 Ehli ile istişâre etmeden, gereği gibi düşünmeden yapılan iş kaybolmuş demektir.

 Şâyet, şu genç yaşınızda mutlaka fikir mezarlığına girip yatmak niyyetinde iseniz, bâri mensup olduğunuz yerleri (gazeteyi, mecmuayı, müesseseyi.. artık neresi ise) berâberinizde mezara sokmayınız, onların yakasını bırakınız. Çünkü bunların hepsinde –sizin şu tutumunuzu tasvip etmeyen- Ehl-i Sünnet Müslümanlarının emeği vardır…

Kaynak: Ahmed Davudoğlu (Dini Tamir Dâvasında Din Tahripçileri, 4.Baskı, Sağlam Kitabevi, Doyuran Matbaası, İstanbul-1980, sh. 225-236)

(İntişârı: 25.04.2015)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir