(3) Şevket Eygi Bey’in İcâzeti Yoksa Da, (İzni) Varmış! Üstelik Tasavvuf, Mistik Boyutmuş!
15 Şubat 2015
(5) Şevket Eygi Bey’in İcâzeti Yoksa Da, (İzni) Varmış! Üstelik, Tasavvuf Mistisizmmiş!
26 Şubat 2015

Eygi Bey’in, “Tasavvuf, İslâm’ın mistik boyutudur” saçmasında geçen; ve  “boyut” diye uydurulan; ve cisimlerin eni boyu ve derinliğini ifâdede

ŞEVKET EYGİ BEY’İN İCÂZETİ YOKSA DA, (İZNİ) VARMIŞ!
ÜSTELİK TASAVVUF, MİSTİK BOYUTMUŞ!

(4)

Mehemmed SAFFET

Eygi Bey’in, “Tasavvuf, İslâm’ın mistik boyutudur” saçmasında geçen; ve  “boyut” diye uydurulan; ve cisimlerin eni boyu ve derinliğini ifâdede kullanılan o “kurbağaca” nesne ile İslâm’ı îzâha kalkması, ilmîlikden pek uzak, abesle iştiğâldir…

 Arabça “buud” kelimesi yerine uydurulan ve (mücerred mefhûmlar) içün kullanılması pek avâmî kaçan bu “boyut” kurbağacası ile, acebâ ne, ne kadar ve nasıl anlatılabilir? Böyle, müşahhas cisimlerin bazı sıfatlarını anlatmak içün “buud” kelimesi yerine “uydurulan” bu kabil kurbağacalarla, (mücerred mefhumları) anlatmıya kalkmak, gayr-i ciddî bir basitlik de olmaz mı?!.

Karşımızda eni, boyu ve derinliğinden bahsedilen bir cisim bulunmadığına göre, bu kabil mabâlâtsızlıklarla kitâbetde bulunmak, lisâniyât dikkat ve hassâsiyeti taşıması şart olan adamlarda, takdîre vesîle olamaz; tam tersine, yakışıksız durur ve seviye kaybetdirir!

Müşahhas cisimlere âid kullanılabilecek “buud” kelimesi bile, mürcerred bir mefhûmun ifâdesinde kullanılamaz!. Zaman zaman elâleme (lisâniyyât) dersleri de veren Eygi Beyîn, bu noktada da dikkatli olmasını tavsiye ederiz…

Sadede şürû’ etdikde:

 Tasavvuf, mistisizmanın ne müterâdifidir, ne muâdilidir, ne komşusudur, ne hısımıdır!. Tasavvuf, menşei ve çıkış noktası i’tibâriyle tamâmen nebevî olub; ötekisi ise, beşer kafasının ortaya koyduğu, tamâmen (felsefî) bir meşgâle… Bunun, İslâm esasları karşısında da, en küçük bir kıymet ve hakîkatından sûret-i kat’iyyede bahsedilemez… Felsefe târihi boyunca ortaya çıkan binlerce felsefî mektebden, bu da, bir tanesidir o kadar!

Gene çok iyi bilinmektedir ki, hiçbir felsefeci, (vahyi) tasdîk, tasvîb ve tahsîn etmemiş, edememişdir… Felsefe, (vahye) inanamamanın, onu tasdîk edememenin ve ona teslim olamamanın; ve hakîkata (beşerî akıl) ile vâsıl olma (ütopisinin-hülyâsının) ortaya çıkardığı, hakîkatı da sıfır olan fikir ve söz yığınları, daha doğrusu molozlarıdır…

 Merhûm İmâm-ı Gazâlî Hazretlerinin “El Munkizu Mine’d-dalâl” nâm eseri tedkîk edilirse, bu hususlar son derece aklî ve naklî delillerle isbatlanmış görülür. “İslâm Filozofu” gibi abes bir terkibin içine doldurulan nice filozofun, (vahye) teslîm olamadıkları halde, sığ müslüman muhitlerinde “Büyük İslâm Âlimi” gibi yutdurulmaları da, saptırıcılık ve ilmî bir haysiyetsizlikdir… İmâm-ı Gazalî Rahmetullâhi Aleyh Hazretlerinin eserinde beyan buyurulduğu gibi, Müslümanların (!) kendisiyle pek iftihâr etdiği “İbni Sînâ’nın”:

 “Ben akşamları 2 kadeh atmakla kimseye zarar vermiyorum ki, içki bana haram olsun!”

Deyişi, vahye dayanan ve îmân eden bir KALB ile, beşer aklına dayanan filozofinin ve bunlardan biri olan mistikliğin, biribirine ne kadar sonsuz fark atdığını gösterir…

 Son 200 ve bilhassa son 90 sene içindeki “garblılaşma=batılılaşma” zorbalıkları, vahyi reddetdiği içün, islâmî tasavvufun da, ancak bir felsefe nev’i olabileceğine inandı!. Bunun dışında nebevî bir ruh ve kalb terbiye sistemi olabileceğine inanmadı; ve bil’akis, bunu reddetdi. “Hind mistisizmi, Hıristiyan mistisizmi, Yunan mistisizmi” kabilinden, bir “İslâm Mistisizmi” demeyi, kendisine zarûrî kıldı!. Çünki materialist ve pozitivist felsefe, son iki asırda, “kendisini tek doğru ve tayin edici ve hâkim kuvve” kabul etme ve bunu da, dünyâya ihrâc etme ceberutluğuna girdi… İslâmiyet gibi tamâmen (vahyi) esâs alan bir dînî bile, bu felsefenin bir türlü anlamak istemediği; ve inanmadığı (vahiyle) îzâhı yerine, o materialist ve pozitivist sistemlerin kendi şeytânî kabûlleri oturtuldu. Bugün T.C. ilâhiyât câmiasındaki “İslam felsefesi, Tasavvuf felsefesi” gibi genleri ile oynanmış ve (vahiy) dışına çıkarılmış sapmaların (ilim adına) okutulmaları, bu sebebden ileri gelmektedir. Üstelik bu kabil tahrifler, “lâik devlet ideolojisinin” bir parçası hâlinde bugün hâlâ daha devâm etmektedir. Bunu, ilahiyatı ta’kîb etdiğimiz seneler (1971-74) içinde, bizzat ve mekânlarında bin esefle gördük!. Vahiyle felsefe arasında cendereye sıkıştırılmışmış bazı prof’larla yapdığımız mübâhaselerde, daha ne zırvalar ki, bunları ayne’l-yakîn yakaladık!. Bu adamların kelleleri öylesine şartlanmışdır ki, kör taassub saplantıları, onlara hakîkatı aslâ göstermemektedir. Bunlar ne kadar “ilim adamı” kisvesi ve abartısıyla dolaşsalar da, aslında, kölesi oldukları “laik devlet ideolojisinin” birer propagandist papağanı hâlinde iş görmektedirler… Evveliyâtları müsbet olanlar bile, “rütbe ve derece alacağız” diyerek, geçen seneler içinde tedrîcen aşınıb gitmiş; ve mansıb sâhibi olmak içün, nice zehirli yemleri yutarak, genlerine kadar değiştirilmişlerdir! 

Artık öyle anlaşılmaktadır ki, bugün, islâmî ilimler, “laik dembokratik cumhûrî” rejim tarafından tamâmen aksine kalbedilerek, bir “tahrîf misyonerliği” hâlinde; ve milleti zehirleme istikâmetinde icrâ edilmektedir. Böyle bir taarruz ve tasallut, hatta zulüm karşısında, “gerçek İslâm’ı” bulmak, bilmek ve ona îmân etmek fevkalâde zorlaşmışdır. Ahmak ve ayyaş ideoloji, bu yediği haltın altından çıkan düzinelerce “dalâlet fırkaları” ile “ateist çeteleri” bizzat kendi elleri ile peydahlayıb, başına da PÜSKÜLLÜ BELÂ etmiş; ve memleketi parçalanmanın eşiğine kadar getirmişdir… Hergün şeytânî bir cinâyet, terör, ihânet, patlama, soygun, ısyân ve tuğyân…

Tasavvufu da, Lâtin gâvuru dilindeki “mistik” kelimesinin müterâdifiymiş gibi takdîm etmeler, bu “püsküllü belâ” havuzundaki bir kısım çamurun, ta kendisi bilinmelidir!

“Mistik” kelimesini İslâm’ı veya tasavvufu izahda kullanmak, alabildiğine yanlış, sakat, Dînimizi felsefe çukuruna çekerek yok etmiye müncer olacak kadar da tehlikeli; ve ahmakça abesle iştigâldir, o kadar…

Satırlarımızı, Büyük Üstâd Merhûm Necib Fazıl Bey’in “Batı tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” eserinden iktibâs edeceğimiz şu satırlarla devâm etdirelim:

“Şimdi, Batıda (mistik)… Bu da birkaç kelime sürecek… Sakın ola ki, İslam Tasavvufuna “İslâm Mistisizmi” falan demeyin!.. Sakın (mistik) kelimesini kullanmayın… (Mistik) sırrî demekdir, sırra mensup… Ve onların sır anlayışıyla bizimki, taban tabana zıtdır.

Batıda akıl ermiyen hadiselerin bir takım his mantığı içinde, aklı eze eze yutdurulmasındaki mezhebe (mistisizm) denir. Bir de felsefî ma’nâsı var… Her hâdise, komünistlerin gördüğü gibi dört köşe içinde mahpus değildir ve onun dışında bir remz, bir iç delâlet vardır. Bir hâdiseyi kendi dışındaki sebebe ircâ’ edici görüş, (mistik) görüşdür felsefede… Bakın ne kadar cüceleşdi (mistik) kelimesi; İslâm tasavvufu önünde…”(İslâm Tasavvufu, ekim 1991, s:221)

Eygi Bey ise, “devrin büyüğünden” dînî her mes’elede tek sâhib-i salâhiyyet merci’ olma “İZNİ” koparmanın atıb tutmalarıyla sallayıb duruyor; ve bir yandan “Tasavvuf, İslâm’ın mistik boyutu” derken; öte yandan da, ““Dinî konularda kendi  re’y  ve  hevâm ile yazı yazmaktan hayâ ederim.” Diyerek, yazdığı her şeyin, işkembeden atma değil, “o büyük zâtın ma’nevî teftîşi ve murâkabesi altında yazıldığı” havasını basmaktadır!.

Merhûm MZK Hocaefendi sağ olsalardı, acebâ Merhum Üstâd NFK’nın “Sakın ola ki, İslam Tasavvufuna “İslâm Mistisizmi” falan demeyin!.. Sakın (mistik) kelimesini kullanmayın….. onların sır anlayışıyla bizimki, taban tabana zıtdır…. Batıda akıl ermiyen hadiselerin bir takım his mantığı içinde, aklı eze eze yutdurulmasındaki mezhebe (mistisizm) denir…. Bakın ne kadar cüceleşdi (mistik) kelimesi; İslâm tasavvufu önünde…” buyurduğu ve şiddetle reddetdiği bir noktada, ömründe bir kere bile ağzına almadıkları o “mistik” lâtincesi içün, Eygi’ye: “Aferin, ne bulursan tepe tepe kullan ve her dili biribirinin içine sok çıkar, karıştır, halt et, çorba et!” mi derdi?. HÂŞÂ!

Ve Eygi, sığınak, barınak ve paratönerini de hemen yanında taşıyor, ammâ, ahmak ıslatan cinsinden:

“Dinî konularda kendi  re’y  ve  hevâm ile yazı yazmaktan hayâ ederim.”

Böylece onda, “kerâmeti kendinden menkûl şeyh müsveddeleri” gibi, “hayâsı kendinden menkûl AFÎF’lerin iffetini” de görüvermiş oluyoruz!

Asıl HAYÂ, 1980’de, yani 35 sene evvel Âhıret-ı Dâr-ı Bekâya irtihâl eden Zevât-ı Kirâm’ın, bugün kullanılmamasında, istismâr edilmemesinde kendisini göstermelidir!. O büyüklerin ruhlarının muazzeb olmamasında; ve Onların HAKK ve HUKÛKUNA girilmemesinde gözetilmesi i’câb eder!..

Ve HAYÂ, palavrayla ortaya boşaltılan bir şey değil; “ÎMÂNDAN oluşuyla” ortaya konulan bir büyük cevher…

Mes’ele, EMREDİLDİĞİMİZ GİBİ DOSDOĞRU OLABİLMEKDİR!

Tasavvuf, gazetecilik karakteriyle, üzerine çökülmesine aslâ tehammül edemez, adamı sâika gibi çarpar; ve bunun siper-i sâikası da yokdur!

(Mâba’di var)

 

(İntişârı: 17.02.2015)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir