Ayasofya’da İkindi
11 Temmuz 2020
Ayasofya’yı Susturmakdaki Sır…
12 Temmuz 2020

O, “NE GÜZEL EMİR” (SULTÂN) VE FÂTİH…

Ahmed SELÂMÎ

 

İslâm Tarihi’nde ilâhî tebşîrâta mazhar nâdir devlet reislerinin en mümtazlarından birisi, hiç şübhesiz, Atamız, Cennetmekân, Firdevs-i âşîyân, Gâzî, Sultân Mehemmed Hân, Aleyhirrahmeti ve’l-gufrân Hazretleridir…

Sahtekârlığın cirit attığı günümüz dünyâsında, her şeyde olduğu gibi adam istismârında da hudud kalmamış, hakîkat, olduğu gibi gösterilmenin elinde değil; görülmek istenen enfüsî şekil ve arzuların ayağında nâmertçe çiğnenir ve ezilir hâle getirilmişdir…

Yahudice tahrif ve tağyîrin, bulaştırılmadık yer bırakılmamacasına her yere sıvaştırıldığı manzara…

Artık 29 Mayısları resmî politikanın festivalleri hâline getirmekle nasıl bir Fâtih, Fetih ve Ayasofya tablolaştırılır veya karnavallaştırılır hesâb edilmeli…

Her dilin, kendi gömleğini Fâtih’e giydirerek “işte Fâtih buydu!”dediği ve fırıldağına âlet etdiği bir yırtılma devrinde, biz de, “O şu idi!” demekle aynı gözbağcılıklara tenezzül edemeyiz. Biz, Büyük Fâtih’e “Ne idin?” diye sorar, cevâbı O’ndan telâkî ile O’na i’timâd ederiz… Çünki en cılk ve müfteri, soysuz bir târihi bile, O’nu falan yerde dindâr, filân yerde din bezirgânı, falan yerde vatan ve nâmus kurtarıcı, filân yerde ırz ve nâmus talancısı, falan yerde kahraman, filân yerde şarlatan ve insanlık firârîsi v.s. kaydedemiyor!

O, bir tek îmân manzûmesine sâhib olduğu halde, bir tek şahsiyet; kendi kendinden ibâret bir tek cevher… Varlığını ve fâtihliğini borçlu olduğu bir tek ana merkez, Allâh ve Rasûlü bulunduğu halde, insanlığa vâhid-i kıyâsî de olmuş bir Rasûlün dilinde, tahsîn, tebrîk ve tebcîl gören bir devlet başı ve askeroğlu asker!..

Bütün bunları ortaya koymakda ve Fâtih’i Fâtih’e tanıtdırmakda, işte O’na âid ifâde; ve bunun dışındaki ve buna zıt söylenecek her lâfı, bâtıl ve abes kılacak sultânî beyân:

“İmtisâl-i câhidu fillâh olubdur niyyetüm,
Dîn-i İslâmın mücerred gayretidir gayretüm.

Fazl-ı Hakku himmet-i cünd-i ricâlullâh ile,
Ehl-i küfrü serteser kahreylemekdir niyyetüm.

Enbiyâ ü evliyâya istinâdım var benüm,
Lutf-i Hakk’dandur hemân, ümmîdi feth ü nusratüm.

Mâl ü cân ile n’ola olsam cihanda ictihâd,
Hamdenlillâh var gazâya sat hezârân rağbetüm.

Ol Muhammed mu’cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile,
Umarım gâlib ola a’dâ-yı dîne devletüm…”

İşte, Fâtih’i Fâtih’e tanıtdıran şu beyânlardır ki, hakîkat bunlardan ibâretdir; ve:

Küfr-i garb u zillet-i cünd-i şeytânullâh ile,
Ehl-i küfrü serteser tâceylemekdür niyyetüm!

Fâtih, Fâtih’in ifâde çerçevesi içinde ancak var olabilir; onun dışında ise kim ne derse desin, yalan ve uydurmalarla O, yok edilmek istenen bir millet ve devlet hulâsasıdır…Diyenlerin, Fâtih ve Feth-i Mûbîn hakkında dilsiz şeytan olub susmakdan başka hiçbir şeye hakları da olamaz…

O yalan ve uydurmalara da akıl, insâf ve vicdân sâhiblerini ancak muhâtab alarak verebileceğimiz bir misâl, “Devletin selâmeti için pâdişahlar kardaşlarını öldürsün!” şeklinde ve adı da “Fâtih Kânûnnâmesi!” yapılan, şeytan aleyhillâ’neyi bile güldürüb keyfinden de çatlatan iğrenç iftirâ ve herze!.. Yahudi-Haçlı ortaklarının “düzüb”, aslını inkâr eden ve târihçi de geçinen bir takım tv maymun ve yardakçılarının, mülevves programları ile yaygarasını yapdıkları kâinât çapındaki pislik…

Sabîlerin bile katline fermân çıkartdırıcı bu kasd-ı mahsusla uydurulan herzenâmeler ile, İslâm’dan ve İslâm Târihi’nden  intikâm almak; ve yeni yetişen nesillere soylarını günahkâr vahşîler olarak tanıtıb, binnetîce, onları, aşşağılık duygularıyla aslını inkâr eden piçler hâline getirmek; ve üç-beş nevzuhûr m&¨tegallibeyi baş tacı etdirmek v.s. gibi hedeflere varmak plânında ve şeytanlığında olunduğu, en ahmak kafalarca bile aslâ inkâr edilemez…

ZÎRÂ:

Büyük Fâtih’e âid olduğu söylenen ve O’nun ile alâkası olmadığı mutlak bulunan iki kânûnnâmenin ikisi de, (Viyana İmparatorluk Kütübhânesinde) mevcud nüshadan çoğaltılmışdır!!!…

Kâtib Çelebi’nin Keşfüzzünûn’unda da aslâ rastlanmayan böyle uydurma ve müretteb kânûnnâmelere, 1029 târihi taşıtdırılmaktadır!.. Fâtih’den 143 sene sonrasının târîhi!!!

Asıl istinsah edilen nüshaları ise, ne gören vardır, ne de bir bilen!

T.C. Evrâk hazînesinde de böyle kânûnnâmeleri gören, bilen, yakalayabilen “haçlı-yahudi” avukatı bir mahlûka da bugüne kadar rastlanamıyor…

Üstelik o Viyana İmp. Kütübhânesinde bulunan “nüshalar!” lisân, tertîb, tanzîm bakımından öylesine hatâlıdır ki, bunları Fâtih devri edebiyyât, lisâniyyât ve kitâbiyyâtı ile te’lif edebilmek imkânı da yokdur…

Ayrıca bu Viyana “nüshalarındaki!” bablar fevkal’âde dağınıklık içindedir; ve bunlara taşıtdırılan (elfâz ve elkablar) Fâtih devrindekilerden tamâmen de farklıdır!..

Dağda eşkiyâ yakalamışcasına -hâşâ- Fâtih’in şahsında Osmanlıyı cânî ve kâtil gibi yakalayıb, soyuna ve aslına inkâr fazîhası içine girerek piçleşenlere ve bunların altmış-yetmiş senelik cayırtılarını duya duya beyin ve kalbleri gaseyân kabına dönen “muhâfazakâr entellere!” de, tenezzül edenler sorabilirler:

1)  Bin, hatta ikibin senelik incik-boncuklar zamânımıza kadar gelebiliyorlar da, Fâtih gibi cihan çapında bir İslâm Devler Reisine âid “kânûnnâmeler!” bu güne asılları=orijinalleri ile neden gelemiyorlar?

2)  Hadi asıllarından geçdik, Fâtih zamanındaki elfâz ve elkablarla, lisâniyyât, edebiyyât ve kitâbiyyâtla bu “kânûnnâmelerin!” (bir tek nüshası) bile bu gün neden elde yokdur?!.

3)  Ve neden, (Viyana İmp. Kütübhânesindedir de) T.C. evrâk mahzenlerinde değildir?!.

Bu dünyâ, yalınız kuyruklu ve düzmece yalanları yutan yarı akıllı ve geri zekâlı insanlarla doludur noktasından hareket edenler, sonunda bunlara kendileri de inanıb keyifleniyorlarsa, (Ali Himmet Berkî’nin) bu mevzû’ları da içine alan eserindeki vesîkaları görüb, nelerle uğraşdıklarını ve kendi akıl-zekâ keyfiyetlerini de görebilirler!..

Ancak, mukaddes ve muazzez Son Şerîat’da “katlin” a’zam-ı cerâimden olduğunu Büyük Fâtih’in bilememesi gibi bir muhâle, acaba hangi Müslüman ihtimal tanıyabilecekdir?!. Ve hele (hadîse mâsadak) bir İslâm Devlet Reisinin, bunu hem bilib, hem de böyle bir fazîhayı o Akşemseddînler, Molla Hüsrev ve Molla Gürânîler gibi yüzlerce Şerîat ve Hakîkat başbuğunun en ince ve muhkem, îmân, ahlâk, fazilet ve merhamet nazarları önünde “kânûnlaştırmağa” cür’et etmesi, hangi İslâmiyyet ile kâbil-i te’lif  edilebilecek ve buna hangi Müslüman (evet) deme dalâlet ve şenaatinde bulunabilecekdir?

Fâtih ve O’nun meclisleri, O’nun devleti, O’nun îmân ve İslâm deyişi, öyle görülüyor ki son asrın ayyaşlarınınkilerden; ve “nüfûs kontrolu” herzesiyle bebekleri katleden bugünki Çin katilhânelerinden ayırt edilememektedir!..

Lâik, demokratik, cumhûriyet “ilkelerine” ve parti-pırtı yalanlarına îmân ederek, bunlara da hiçbir mekânda görülmeyen çarpık ma’nâlar giydirme te’vil ve takiyye yarışında olan çift şahsiyetli modernler mantığıyla Fâtih’i anlamak, tanımak ve îzâh etmek, mutlak ma’nâda Fâtih’in dışında bir abesle iştigâl…

Ve dün ile bugünün mukâyesesinde sıkıntıya düşenlere en güzel yol açacaklardan biri de, Merhûm Üstâd Necib Fazıl Bey’in, 1980 yılı 29 Mayısından iki gün evvel yazdığı manzum satırları olabileceğini beyân ederiz:

FETİHNÂME

Millet diyemem; illet!
Çeken de aynı millet.
Ölüm teri dökmekde
“Ebedmüddet” o devlet.

Filden fâreye dönüş,
Devrim adlı sefâlet.
Yedi düvele fermân,
Yedi düvele zillet!

Şuur susam tânesi,
Uludağ boyu gaflet.
Baş baş soğanda değil,
Baş baş insanda kıllet.

Mala, nâmûsa hücûm,
Rûha, nizâma savlet.
Yılgınlık müslümanda,
Komünistde besâlet.

Mektebde yuvalanmış,
Diplomalı cehâlet.
Bir şarkıcı kadındır,
Gazinoda adâlet.

Bir pis muhâlefet ki,
Kabûl etmez tuvalet.
Hâin, menhûs ve meş’ûm,
Menfûr, mahkûm cibillet.

Türkçeyi de piç eden
Zinâ neslinden velet.
Hukûku sâde guguk
Hürriyeti rezâlet.

Bir de İslâm partisi,
Hakîkatda dalâlet.
Küfre tâviz ocağı
Oy verene hacâlet

Ağır sanâyi diye
Aya keserler bilet.
Millî çözüm hezeyân,
Millî görüş, hayâlet.

Bu mu hakka bağlılık,
Bu mu hakka vekâlet?
Bir çöküş habercisi,
Olsa olsa bu hâlet.

Bu hâlet olsa olsa,
Kıyâmete delâlet.
Doğrul türbenden FÂTİH!
Gel de davâyı hallet!

Göster hangi kânûndur,
Sonsuzluğa kefâlet.
Ne varsa ana baba,
Gel, anasını bellet!

(Türkçesi Mecmuası Devre 3, Sayı 4, Sh: 3, 27.5.1980)

(29.05.2014)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir